Eski Başkanların Konuşmaları

02/02/2015

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa Mahkemesi Üyelerinin görevlerine başlamadan önce andiçmelerini zorunlu kılan, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 9. maddesi uyarınca, düzenlenen and içme törenini onurlandırdığınız için size ve seçkin konuklarımıza, mahkememiz adına en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

6216 sayılı Kanun’un 9. maddesi uyarınca, Anayasa Mahkemesi üyeliği görevini doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık ve hakka saygı duygusu içinde,her türlü etki ve kaygıdan uzak olarak sadece vicdanının emrine uyarak yerine getirme sözlerini içeren bu yemin yapılmazsa bile, belirtilen niteliklerin esasen bir yargıç için olmazsa olmaz özellikler olduğu izahtan varestedir. Üstlenilen sorumluluk ağırdır. Ancak, yapılan görevin onurlu niteliği bu yükün ağırlığını hissettirmemektedir.

Geçmişte Mahkememize Raportör olarak çok ciddi katkılar sunan ve kendisini tekrar aramızda görmekten büyük mutluluk duyduğumuz, değerli meslektaşımız Kadir ÖZKAYA’ya başarı, sağlık ve esenlik dileklerimi sunuyorum. Hukukçu kimliği ile yıllarca idari yargıda görev yapan ve bugün and içerek Mahkememizde göreve başlayacak olan yeni üyemizin tecrübesi, deneyimi ve adalet anlayışının şekillendirdiği özgür vicdanının Anayasa Yargısına güç katacağına olan inancımı belirtmek isterim. Anayasa Mahkemesi üyeleri, kendilerine emanet edilen temel hak ve özgürlüklerin evrensel yapısını bozmadan, öngörülen amaca uygun olarak, yapacağı yorumlarıyla Anayasal ilkelerin de güvencesi olmak durumundadır. Anayasada olmayanı yorum yoluyla eklemek, yada olanı göz ardı etmek yapılan yemini anlamsız kılacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa Mahkemesi yasaların anayasaya uygunluğunu denetleyen bir kurum olmaktan daha çok, bugün itibariyle hak ve özgürlükler Mahkemesi olmanın onurlu bir sürecini yaşamaktadır.

2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile mahkememizin görev alanına giren bireysel başvuru yolu, çok kısa denilebilecek bir süre içinde, halkımızın umut kapısı olmuş ve mahkememizi de “hak ve özgürlükler mahkemesine” dönüştürmüştür. Esasen, Anayasa Mahkemelerinin asli görevi de bireyin doğuştan ve sadece insan olmasından dolayı sahip olduğu hak ve özgürlüklerini korumaktır. Demokratik hukuk devletinin kaderi de, hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılarak etkin bir korumanın varlığına bağlıdır. Hak ve özgürlükler konusunda oluşmuş evrensel standartlar artık bir “dünya mirası” haline gelmiş din, mezhep ve ırk farkı gözetilmeden tüm insanlığın hizmetine sunulmuştur. Yargı organlarından beklenen tavır da, özgürlük ekseninde yükselen uluslar arası insan hakları uygulamalarını, ulusal referansa dönüştürerek ülkemizi çağdaş dünyanın kenar mahallesi olmasına engel olmaktır. Esasen evrenselleşen hak ve özgürlükleri derinleştirmek, tehditler karşısında savunmak onurlu her insanın doğal görevi olması gerekmektedir. Farklılıkları ve çeşitliliği, devlete yönelmiş potansiyel bir tehlike olarak nitelediğimiz takdirde, özgürlük alanlarını genişletme imkanının ortadan kalkacağı kuşkusuzdur. Kendi özgürlüğümüz ne kadar önemli ise, başkalarının özgürlükleri de o kadar önemlidir duyarlılığı ve bilinci, toplumsal barışı sağlayacak yegane formüldür.

Hak ve özgürlükler mahkemesi olarak, anayasa yargısı yoluyla hukukun üstünlüğü güçlendirildikçe, çok dayanıklı bir toplumsal barışın tesis edileceği açıktır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

23 Eylül 2012 tarihinden itibaren bakmaya başladığınız bireysel başvuru davalarının sonuçları incelendiğinde, Anayasa Mahkememizin “etkin bir denetim” yapan kuruluş olma özelliği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da kabul edilmiştir. Artık, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türk Anayasa Mahkemesine yapılacak bireysel başvuru yolu tüketilmeden, kendisine yapılan başvuruları geri çevirmektedir. Bireysel başvurunun öngörülmesinde ki amacın, vatandaşlarımızın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitmeden, Anayasa Mahkemesine başvuru yaparak, iddia edilen hak ihlallerinin mevcut olup olmadığının tesbit edilmesi olduğuna göre, bugün itibariyle hedefe ulaşıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Anayasa hükümleriyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşme kuralları arasındaki uyumlaştırma süreci, bölümlerimizin verdikleri kararlarla ortaya çıktıkça, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru ihtiyacının minimum seviyeye ineceğine olan inancımı belirtmek isterim.

23 Eylül 2012 günü kabule başladığımız bireysel başvurularda bugüne kadar geçen 2 yıl 4 aylık süre içinde yaşanan gelişmeleri kısaca belirtme zorunluluğu vardır.

Avrupa Konseyinin desteğiyle yürütülen ve paydaşları arasında Mahkememiz ve diğer Yüksek Mahkemelerimizin de olduğu “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Sisteminin Desteklenmesi Projesi” kapsamında, Avrupa Konseyi ve Venedik Komisyonu’nca 7-8 Temmuz 2014 tarihlerinde Strazburg’da düzenlenen “Avrupa'da Anayasa Mahkemelerine Bireysel Başvuruda En İyi Örnek Uygulamalar Konferansı”na kurumsal olarak katılım daveti aldık. Konseye bağlı üye ülke temsilcilerinin katıldığı konferansta, Mahkememiz bireysel başvuruda vermiş olduğu kararlar nedeniyle ciddi bir övgüye mazhar olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru yolunu “etkin bir biçimde” uygulayan örnek mahkemeler arasında gösterilmiştir.

Konferansta söz alan Konsey ve ilgili ülkelerin temsilcileri, Anayasa Mahkemesinin özellikle uzun tutukluluk, adil yargılanma, ifade özgürlüğü ve mülkiyet hakkı gibi konularda verdiği kararlarına dikkat çekmişlerdir. Bireysel başvuru yolunu hayata geçirme arzusunda olan bazı ülkelerden bu konuda, kendilerine yardımcı olmamız ve uzman desteği sağlamamız yönünde taleplerle karşılaştığımızı gururla belirtmek isterim.

Yine 27-28 Kasım 2014 tarihlerinde Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Sisteminin Desteklenmesi Projesi kapsamında Antalya’da “İnsan Hakları Ulusal Koruma Mekanizması olarak Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru” konferansı organize edildi. Konferansa ülkemizin önde gelen hukukçu akademisyenleri, Yargıtay, Danıştay ve Askeri yüksek yargı mensupları, Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesin’den üst düzey hukukçular, yabancı ülke Anayasa Mahkemelerinin Başkan ve üyeleri ile ilgili sivil toplum örgütleri katıldı. Bu konferansta da Strazburg’taki programda olduğu gibi çok olumlu sonuçlar ortaya çıkmıştır. Mahkememizce karara bağlanmasına rağmen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınan bazı dosyalarda, aldığımız kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da oldukça isabetli bulunduğu katılımcılar tarafından belirtilmiştir.

Ayrıca Konferansta, Venedik Komisyonu Başkanı, Venedik Komisyonu adına Türkiye’de hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasiyi destekleme konusundaki başarılı çalışmalarından dolayı Mahkememizin tüm hâkimlerine Venedik Komisyonunun Pro Merito Madalyasını takdim etmiştir. Bütün bu olumlu gelişmelerin, şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin yerel gerçeklerle evrensel standartları örtüştürme konusunda ortaya koyduğu kararlı iradesinin etkisini belirtmeden geçemeyeceğim.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Hukuk devleti anlayışı ve demokratik değerlerle beslenen ve insan onurunu yüceltme idealine hizmet eden Mahkememiz, bireysel başvuru yolunda hak ve özgürlüklerin etkin korunması ilkesini benimsemekte ve özgürlük alanlarını genişletmektedir. Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuruda vermiş olduğu kararlarıyla bir yandan vatandaşlarımızın özgürlük alanını genişletirken, diğer yandan hakların teminatı olma konusunda da güçlü bir irade ortaya koymaktadır.

Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru örneğinde kısa sürede ortaya koyduğu bu olumlu sonuçların yanında, yaşamakta olduğu yoğun başvuru sorununa ve buna bağlı olarak artan iş yüküne işaret etmek gerekmektedir. Söz konusu iş yükü sorununun asıl kaynağı, yargı sisteminde bir bütün olarak yaşanan uzun yargılama ve uzun tutukluluk gibi kronik yapısal sorunların henüz çözülememiş olmasıdır. İstatistiki verilerde bu durumu doğrulamaktadır.

Bireysel Başvurunun başladığı 23 Eylül 2012 tarihinden 29 Ocak 2015 tarihine kadar olan dönemde, Mahkememize yapılan başvuruların toplam sayısı 33.569’dur. Yıllara göre belirtmek gerekirse 2012 yılında 1.342, 2013 yılında 9.897, 2014 yılında 20.578 ve 2015 yılında ise şu ana kadar 1752 bireysel başvuru yapılmıştır. Bu başvuruların yarısına tekabül eden 16.617 dava dosyası karara bağlanmış ve Mahkememiz önünde halen derdest dosya sayısı ise 16.952’dir.

Mahkememize yapılan başvuruların önemli bir çoğunluğu adil yargılanma hakkı, uzun yargılama şikayetleri ve mülkiyet hakkına ilişkin davalardan oluşmaktadır. Bireysel başvuru davaları sonunda verilmiş olan ihlal kararlarının %82 oranında adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin olduğu açıkça görülmektedir. Bu sonucun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği ihlal kararlarının niteliği ile aynı olduğunu söyleyebiliriz. Mahkememizde de adil yargılanma hakkı kapsamında verilen ihlal kararlarının, en çok davaların “makul sürede bitirilememesi” konusunda olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu noktada hemen belirtmek gerekirse, Anayasa Mahkemesinin 2013/9062 sayılı bireysel başvuru dosyasında verdiği ihlal kararı, bir kadastro davasında yargılamanın altmış yılı aşmış olması nedeniyle verilmiş, 2014/381 numaralı başvuru dosyasında ise, 26.12.1956 yılında açılan ve 58 yıldır devam eden yine bir kadastro davasında uzun yargılama sebebiyle adil yargılama hakkının ihlaline karar verilmiştir. Bu çarpıcı örnekler şüphesiz ki uzun yargılamanın genelde bu kadar sürelerde olduğu anlamına gelmez. Ancak, mülkiyet haklarına ilişkin dava süreçlerinin ne kadar sorunlu olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmamaktadır.

Davaların makul sürede bitirilmemesi nedeniyle Anayasa Mahkemelerine yapılan şikayetlerin etkin, hızlı ve adil bir şekilde sonuçlanmasını sağlamak amacıyla bizim için çok önemli bir çözümün hayata geçirilmesi önem arzetmektedir. Bilindiği gibi, 6384 sayılı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödemek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun hükümleri gereğince, Adalet Bakanlığı bünyesinde “İnsan Hakları Tazminat Komisyonu” kurulmuştur. Sözkonusu Komisyon, ceza hukuku kapsamındaki soruşturma ve kovuşturmalar ile özel hukuk ve idare hukuku kapsamındaki yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı, veya mahkeme kararlarının geç veya eksik icra edildiği ya da hiç icra edilmediği iddiasıyla ve 23 Eylül 2012 tarihine kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılmış başvurulara bakmakla görevlendirilmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurularla ilgili, tazminat ödenmek suretiyle çözüm öngören bu yasanın yürürlüğe girmesiyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki dava sayısında çok önemli bir düşüş kaydedilmiş, başvuru sayısı itibariyle ikinci sıradaki yerimiz, beşinci sıraya düşecek kadar gerilemiştir. Çok önemli ve isabetli gördüğümüz bu çözüm yolunun, Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurular içinde öngörülmesi acil ihtiyacımızdır. Bu konuda Adalet Bakanlığı yetkilileriyle görüşmelerimiz devam etmekte olup, gerekli düzenlemenin yapılabileceğine ilişkin umudumuzu sürdürmekteyiz. Mahkememizin artan işyükü karşısında, yapılacak bu düzenlemenin çok ciddi bir ferahlık sağlayacağı önemle belirtilmelidir.

Bireysel Başvuru konusunda artan işyükü için en önemli çözüm yolunun, yargı sistemindeki yapısal sorunların giderilmesine bağlı olduğunu bir kez daha belirtmek isterim. Bunun yanında, Avrupa Konseyi Ankara bürosu ile Mahkememizin birlikte yürüteceği “Bireysel Başvuruyu Destekleme Projesi” kapsamında kürsü hakimleri ve avukatlarımız için üç yıl sürecek bilgilendirme çalışmalarının önümüzdeki aylarda başlayacak olması, işyükü sorununun çözümü konusunda umudumuzu artırmaktadır.

Öte yandan, Mahkememizin asıl görevi olan yasaların Anayasa’ya uygunluğu konusunda açılan itiraz ve iptal davaları hakkında da kısaca bilgi vermek isterim. Geçmiş yıllarda gerek davaların sonuçlandırılması, gerekse sonuçlanan davalara ait gerekçeli kararların yazılması konusunda kamuoyununda eleştirileriyle karşı karşıya kaldığımız sorunlar yaşanmakta idi. Bugün itibariyle geldiğimiz tablo şöyledir. 2014 yılı öncesine ait bekleyen bir iptal ve itiraz davası yoktur. 2014 yılı içinde de 199 itiraz ve iptal davası açılmış, bunun 162’si sonuçlandırılarak kararlarımız kamuoyuna sunulmuştur. 2014 yılının son aylarında açılan davalardan 33’ü zorunlu olarak 2015 yılına devretmiştir. Sonuç itibariyle artık itiraz ve iptal davalarının geciktirilmesine ilişkin bir sorunun yaşanmadığını büyük bir memnuniyetle belirtmek isterim.

Anayasa Mahkememizin belirttiğimiz iki ana eksende yürütülen görevleri yanında, dünya Anayasa Mahkemeleri ve uluslararası kuruluşlarla ortaklaşa yapılan çalışmalarda da en üst seviyeye ulaşılmıştır. Şu ana kadar onyedi ülkenin anayasa mahkemeleri ile ikili işbirliği protokolleri imzalanmış, Avrupa Anayasa Mahkemeleri Birliğine üyelik yanında, Asya Anayasa Mahkemeleri Birliğinin kurucu üyesi olunmuş, Venedik Komisyonu’nun organize ettiği Dünya Anayasa Mahkemeleri Birliğine de katılım sağlanmıştır.

Uzun yıllar Başkanlığını yürüttüğüm Anayasa Mahkemesinin kısaca özetlediğim bu çalışmaları ve geldiği noktayı emekliliğine çok kısa günler kalmış bir Başkan olarak ifade etme sorumluluğumu anlayışla karşılamanızı dilerim. Şüphesiz mahkememizin bu çalışmalarının temelinde yer alan başkanvekilleri, üyeler, raportörler ve diğer mensuplarımızın özverili gayretleri her türlü takdirin üzerindedir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde yürüdüğümüz sürece sorunlardan yılmanın, korkmanın anlamsızlığı açıktır. Her şeye rağmen geleceğe umutla baktığımızı ifade etmek istiyorum. Yasama, Yürütme ve Yargı organlarının üstün hukuka bağlı özverili gayret ve çalışmaları demokratik hukuk devleti olma idealinin yolunu açacaktır. Türkiye’de artık ülkeyi kurtarma çağrısı yapılan kurum ve kişiler dönemi kapanmış, sorunların demokratik yol ve yöntemlerle çözülmesi gereken bir süreç başlamıştır. Bu süreçte hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, adalet, temel hak ve özgürlüklerin kutsallığı, hoşgörü temelinde yükselen toplumsal barış, insani ve ahlaki değerler merkeze yerleştirilerek, sorunların çözümü bu ilkeler üzerinde inşaa edilmelidir.

Büyük devlet olma ideali bu toprakların insanı için bir tercihten ziyade kaderi haline gelmiştir. Miras aldığımız tarih ve içinde yaşadığımız coğrafya bizi, hem bölgemizde hem de dünyada kurucu aktör olmaya zorluyor. Bu görevi yerine getirirken medeniyetleri çatıştırarak değil, barıştırarak rol almak zorundayız. Bu rolün içeriğinde, sevgi, barış ve insanlık onurunu koruma idealinin olması gerektiğine yürekten inanıyoruz.

Sözlerime son verirken Sayın Kadir Özkaya’ya tekrar başarılar diler törenimize onur veren başta zatıalileri olmak üzere değerli konuklarımıza mahkememiz adına saygı ve sevgiler sunarım.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
27/11/2014

Sayın Venedik Komisyonu Başkanı,

Aramızda bulunan Romanya Anayasa Mahkemesi Başkanı

Avrupa Konseyi İnsan Hakları Genel Müdürü

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki Türk yargıç Sayın Işıl Karakaş

Çok değerli Hocalarımız

Mahkememizin başkanvekili ve üyeleri, raportörleri

Antalya’dan katılan değerli misafirler

Sayın basın mensupları

Zikredemediğim çok saygıdeğer Konuklar,

Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Sisteminin Desteklenmesi Projesi kapsamında organize edilen “İnsan Hakları Ulusal Koruma Mekanizması olarak Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru” konferansında sizlerle birlikte olmaktan ve düşüncelerimi bu seçkin toplulukla paylaşmaktan duyduğum memnuniyeti ifade ederek sözlerime başlamak istiyorum.

Malumunuz olduğu üzere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti insan hak ve özgürlükleri alanındaki evrensel değerlere bağlılığını çeşitli antlaşma ve sözleşmelerle dünyaya ilan etmiştir. Bu çerçevede, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne 1954 yılında taraf olmuş; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını 1987’de, zorunlu yargılama yetkisini ise 1990 yılında kabul etmiştir. 2004 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle de başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelere, kanunların üzerinde bir değer atfedilmiştir. Temel haklarla ilgili “evrensel ölçütlere” atıf yapan değişikliklerin son halkasını 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolunun açılması oluşturmuştur.

Bireysel başvurunun uygulamaya geçirilmesiyle birlikte, kamu gücünü kullanan kişi ve kurumların sebep olduğu hak ihlallerine karşı, 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren anayasal yargı denetimi başlatılarak Anayasa Mahkemesi yeni bir döneme girmiştir.

Yasama, yürütme ve yargı organlarının işlemlerinin neredeyse tamamının etkin bir şekilde denetlenmesine izin veren bireysel başvuru yolu, hak ve özgürlüklerin korunması noktasında halkımız için yeni bir umut kapısı olmuştur. Hukuk devleti anlayışına dayalı, demokratik değerlerle beslenen ve insan onurunu yüceltme idealine hizmet eden Mahkememiz, bireysel başvuru yolunda hak ve özgürlüklerin etkin korunması ilkesini benimsemekte ve özgürlük alanını genişletme çabasını sürdürmektedir. Esasen bireysel başvurunun varlık nedeni de hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayarak hukuk güvenliğine ulaşmaktır. Hukuk güvenliği konusunda yaşanan olumsuz gelişmelerin, toplumsal ve siyasal alanda yarattığı umutsuzluk, bireysel başvuru yoluyla açılan hava delikleri sayesinde umuda dönüşerek, hukuk devleti anlayışına cansuyu olmuştur. Yasama, yürütme ve yargı organları “herkes için hukuk güvenliği”ni sağlamakta güçlük çekiyorsa, devlet olma fikrinin anlamsız kalacağı açıktır. Zira devletin özü ve varlık sebebi hukuk güvenliğini sağlamaktır. Hukuk güvenliği krizinin yaşandığı ortamlarda, ekonomik, siyasi ve sosyal krizlerin yaşanması kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Hukuk güvenliğine olan talebin her zamankinden daha fazla seslendiriliyor olması, bu alanda önemli bir sorun yaşandığına işaret etmektedir. Hukuk güvenliğinin sağlanmasından sorumlu olan yasama, yürütme ve yargı organlarını bu gerçeği göremezlikten gelmesi düşünülemez. Anayasa Mahkemesi temel hak ve özgürlüklerin güvenliğinin sağlanması, insanlık onurunun yüceltilmesi kapsamında evrensel ilkelere yön gösteren “pusula” görevini yapmaya devam edecektir.

Bu bağlamda, ulusal ve hatta uluslararası kamuoyunca yakından takip edilen Mahkememizin verdiği kararlarındaki evrensel yaklaşım, Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru yoluyla hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması konusunda ortaya koyduğu güçlü iradenin bir sonucudur.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuruda vermiş olduğu kararlarıyla vatandaşlarımızın özgürlük alanını genişletirken, hakların teminatı olma konusunda da onurlu bir duruş ortaya koymaktadır. Verilen kararların toplumsal gerginlikleri azaltma, siyasi kutuplaşmalar sonucu ortaya çıkan sorunların çözümünü kolaylaştırma, sevgi ve barış kültürüne katkı sunma konusunda önemli bir fonksiyon icra ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.. Bireysel başvuru sayesinde yasama, yürütme ve yargı organları etkin bir anayasal denetime tabi tutulmakta, halkta gelişen hak ve özgürlük bilinci ise, Anayasa Mahkemesine olan güven duygusuna ciddi bir ivme kazandırmaktadır.

Uzun yargılama süreci ve uzun tutukluluk şikâyetleri başta olmak üzere adil yargılanma, din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi konularda verilen güçlü, ikna edici ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul gören bireysel başvuru kararları kamu vicdanında yargının onurunu yüceltmektedir.

Bu olumlu gelişmelerin temel sebebi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin yerel gerçeklerle evrensel standartları örtüştürme konusunda ortaya koyduğu başarıdır. Zira, temel hak ve özgürlükleri evrensel boyutundan soyutlayarak yerelleştirme gayretlerini, yaşanan sorunlarımızın kaynağı olarak gördüğümü ifade etmek isterim. Sınırlayıcı, yasaklayıcı bir anlayış yerine, özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımı benimseyen Mahkememiz, bu iradesini devam ettirmeye kararlıdır. Kimlikler üzerinden yürütülen siyasal akımların içine hapsedilen evrensel ilkelerin orijinal anlamıyla hayata geçirilmesi, yargı mensuplarımızın tarafsız duruşu ve cesaretli gayretlerine bağlıdır.

Saygıdeğer katılımcılar,

Bilindiği gibi hak ihlalleri yasama, yürütme ya da yargı organı kaynaklı olabilmektedir. Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun çerçevesinde Mahkememiz, esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar vermekte ve ihlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmetmektedir.

Yeri gelmişken belirtmek isterim ki, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu bir temyiz yolu değildir. Anayasanın 148. maddesinin dördüncü fıkrasında aynen “Bireysel Başvuruda kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz” denilmektedir. Yani, diğer yüksek yargı organlarında yapılan temyiz incelemesinde, yasa gereğince hangi hususlara bakılabilecekse, Anayasa Mahkemesinin bu alanda herhangi bir inceleme yapamayacağı Anayasamızın amir hükmüdür.

Ancak, yüksek yargı organları da dâhil olmak üzere, derece mahkemelerinin yaptıkları yargılama süreci içinde ya da öncesinde, temel hak ve özgürlüklerinden herhangi birisinin ihlal edildiği gerekçesi ile kişilerin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunması tartışmasız anayasal bir haktır. Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruya ilişkin incelemesinde kişinin temel hak ve özgürlüklerinden herhangi birinin ihlal edildiği sonucuna varırsa ve bu hak ihlali yeniden yargılama yapılarak giderilecek nitelikte ise, hak ihlalini gidermesi için ilgili mahkemeye ihlal kararını göndermek zorundadır. İlgili mahkemenin de yeniden yargılama sürecini başlatarak tespit edilen hak ihlalini gidermesi, yine anayasal bir zorunluluktur. Anayasa Mahkemesince yapılan bu işlem hiçbir şekilde temyiz incelemesi olarak nitelendirilemez.

Değerli konuklar

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru örneğinde kısa sürede ortaya koyduğu olumlu sonuçların yanında, yaşamakta olduğu yoğun başvuru sorununa ve buna bağlı olarak artan iş yüküne dikkat çekmemiz zorunluluk haline gelmiştir. Benzer tecrübelerden çıkardığımız dersler göstermektedir ki, iş yükü sorununun bir kaynağı da Mahkememizin verdiği ihlal kararlarının aşıladığı umuttur. Bu anlamda Anayasa Mahkemesi “kendi başarısının kurbanı olmak” gibi bir sonuçla karşılaşmak istememektedir. Ancak, iş yükü sorununun asıl kaynağı yargı sisteminde bir bütün olarak yaşanan uzun yargılama ve uzun tutukluluk gibi kronik problemlerin henüz çözülememiş olmasıdır. İstatistiki verilerde bu durumu doğrulamaktadır.

23 Eylül 2012 tarihinden 24 Kasım 2014 tarihine kadar olan 26 aylık dönemde, Mahkememize yapılan başvuruların sayısı 2012 yılında 1.342, 2013 yılında 9.897 ve 2014 yılında şu ana kadar 18.325 olmak üzere toplam 29.564'dür. Bu başvuruların; 4.311’i bireysel başvuru bürosu, 8.775’i Komisyonlar, 1069’u Bölümler tarafından olmak üzere 14.155’i karara bağlanmıştır. Mahkememiz önündeki derdest dosya sayısı 15.409’dur. Mahkememizce verilen ihlal kararı sayısı ise 348 olup kararların büyük çoğunluğu adil yargılanma hakkının ihlali kapsamında verilmiştir. İhlal kararı verilen 348 başvurunun 297’sinde adil yargılanma hakkının ihlal edildiği tespiti yapılmıştır. Bu tespitin ortaya koyduğu gerçek, çoğunlukla makul sürede yargılama yapılamamış olunmasıdır.

Söz konusu rakamların da işaret ettiği gibi ciddi bir iş yükü sorunuyla karşı karşıyayız. İlke kararı niteliğine sahip Bölüm kararlarımızın sayısının giderek artmasına paralel olarak önümüzdeki derdest dosyaların sayısının bir miktar azalması beklenebilirse de esas çözüm, yargı sisteminin bütüncül işleyişiyle ilgili yaşanan sorunların ortadan kaldırılmasına bağlıdır.

Son olarak memnuniyetle ifade etmem gerekir ki; Mahkememizce bireysel başvuru yolunda verilen kararlara uyulması ve bu kararların gereğinin yerine getirilmesi hususunda önemli bir sorunla karşılaşılmamaktadır. Örneğin makul süre bağlamında verdiğimiz ihlal kararlarının gereği olan tazminat ödemeleri zamanında ifa edilmektedir. Ayrıca Mahkememizin kişi hürriyeti ve güvenliği kapsamında tutukluluk şikâyetlerinde verdiği ihlal kararlarının da gereğinin geciktirilmeksizin yerine getirilmesi, alkışlanmayı hak eden çok sevindirici bir sonuçtur.

Sözlerime son verirken, bu Konferansın bireysel başvurunun etkinliğinin arttırılmasına dönük etkili çözüm önerileri ortaya çıkaracağına olan inancımı vurgulamak arzusundayım. Bu vesileyle gerek yaptıkları sunumlarla gerekse katılım, yorum ve değerlendirmeleriyle bu konferansa katkı sağlayacak olan tüm katılımcılara ve konferansın hazırlanmasını sağlayan Avrupa Konseyi yetkilileri ile Ankara bürosunda görevli değerli dostlarımıza şahsım ve mahkememiz adına teşekkür ediyor, Konferansın zihin açıcı verimli bir çizgide geçmesini diliyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
26/10/2014

Saygıdeğer Konuklar

Bugün, tarihi yükü oldukça ağır olan bir “muharrem ayını” daha idrak ediyoruz. Bu tarihi yük kerbelada yaşanan acının, zulmün, vahşetin ve gözyaşının sel olduğu bir dönemi hatırlatması nedeniyle zihinlerde ve kalplerde bütün canlılığı ile yaşamaya devam etmektedir. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz çağda da benzer olaylar yaşanmaya devam etmekte, rehabilite edilmeye çalışılan gönül dünyamızdaki enkazın kaldırılmasına imkan tanınmamaktadır. Farklılıkların bir arada yaşanmasını sağlayan ortak değerlerimiz acımasızca tahrip edilmekte, birliğimiz ve dirliğimiz yönetilemez hale getirtilmektedir. Ayrışmaya yol açan bir tarih bilincini sorgulamak ve gelecek kuşaklarımıza nefretin hakim olduğu bir kültür ve inanç çizgisi yerine, sevgi ve kardeşlik temeline oturan bir anlayışı teslim etmek zorundayız. Belirtilen ortak değeri hayata geçirmek, bu medeniyetin çocukları için zor değildir. Yaratılan her insanda, yaratanın kutsal bir emanetini taşıdığı bilinci gözardı edilmez ise sevgi, hoşgörü ve kardeşlik hukuku hepimizi kolaylıkla kuşatacaktır. Zira sözü edilen kutsal emanetin, herkeste aynı olduğu hissedildiğinde farklılıklardan arınmış olacağımız açıktır. Sevgi ve kardeşlik hukuku emek ister. Bu uğurda terlemedikçe gönül birliğine ulaşamayız. İnsanların özünde mevcut olan aynı iz ve işaretlerin kutsallığı fark edilmelidir. Bu farkındalığı yakaladığımızda aslında sevmenin, bir başkasının hayatından sorumlu olduğumuz anlamına geldiğini, hatta onun hak ve özgürlüklerinin, kendimizden bir değer taşıdığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Sevgi ve kardeşlik duygularına kibir ve bencilliği bulaştırmadan insanlığa sunabilmeliyiz. Gücümüzü bu değerlerin enerjisinden aldığımız sürece barışa ulaşmak kaçınılmazdır. Geliniz bu üstün evrensel değerlere nefret zehirini karıştırmayalım. Ne yazık ki, rakiplerimizi şeytanlaştırmak için, nefret duygularının yoğun bir şekilde kullanılması, kaygı verici bir düzeye ulaşmıştır.

Değerli Dostlar

Kin, nefret, öfke ve intikam duygularına bağımlı olanlar özgür olarak nitelendirilemez. Nefret bağımlılığından kurtaracak olan yegane güç, başta sevgi olmak üzere ahlaki değerlerin hayatımıza yön vermesidir. Yunusları, Mevlanaları, Hacıbektaşları ölümsüz kılan bu üstün gücün desteği olmadan, pozitif hukuk kurallarının yaptırım gücü, sözü edilen bağımlılıktan kurtarmaya yetmeyecektir. Hiçbir kutsal inanç, düşünce ve ideoloji, nefret suçunu haklı göstererek üzerini örtemez. İnsanlık dışı kabul edilen nefret duygularını kullanarak haram rant elde edenler, bilmelidir ki kendi çocuklarının da sonunu hazırlamaktadırlar. Gerilim politikalarının kazandırdığını fark edenler, gelecekte birlikte yaşama iradesini yok ettiklerini fark edemeyenlerdir. Nefret dilinin öfkeye dönüştüğü bu toplumsal cinneti, hep birlikte söndürmek zorundayız. Din, mezhep, ırk ve siyasi düşüncelerin doğurduğu bu öfke, maalesef “yakın bir potansiyel tehlike” olarak ülkemizi tehdit etmektedir. Bu duyguları kontrol etmeyi başaramayan çok yakınımızdaki komşularımızın içine düştüğü vahim durum, bizi de bu yangının kapsam alanına çekmeye çalışmaktadır. Türkiye, Ortadoğu da İslam adına yaşananları kendi hayatına sokmamalıdır. Bir damla petrol uğruna insanlığını kaybeden ülkeler kadar, çocuk, yaşlı, kadın demeden yaşanan vahşete zemin hazırlayan İslam ülkeleri de bu günahın bedelini yaşayarak ödemektedirler. Bir büyük medeniyetin çocuklarının içine düştüğü durumdan dolayı içimiz kan ağlamaktadır. Binlerce kilometre uzaktan gelip sözde demokrasi, özgürlük ve insan hakları vaadederek ülkeleri parçalayan, insan haklarını yok eden zalimler, insanlık onurunu yenik düşeceklerdir. Bu zalimliğe boyun eğen, destek veren, zemin hazırlayanlarda insanlık onuruna karşı işlenen büyük günahın ortaklarıdır. Yaşananlar maalesef gücü ahlaksız bırakan bir uygarlığın doğurduğu sonuçtur. Yeri gelmişken hemen belirtmek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yıkılan, yakılan ve harap edilen komşu ülkelerin mazlum ve kimsesiz halkına gönlünü ve sınırlarını açarak büyük millet olma iradesini ortaya koyması yürekten alkışlanmayı hak etmektedir.

Değerli Konuklar

Miras aldığımız tarih ve içinde yaşadığımız coğrafya bizi hem bölgemiz de hem de dünyada önemli sorumluluk yüklenmeye zorunlu kılmaktadır. Büyük devlet olma ideâli, bu toprakların insani için, bir tercihten ziyade kaderdir. Bu kaderi gerçekleştirmek için güçlü olmak kaçınılmazdır. Güçlü bir Türkiye için ise, sevgi temelinde kurulan gönül birliğinin sağlanmasına ihtiyacımız vardır. Toplumsal tansiyon artsada, halkımızın olaylar karşısında gösterdiği sabır ve olgunluk gelecekle ilgili kaygılarımızı biraz olsun azaltmaktadır. Tahrikler, tehditler ve siyasi rant hesapları farklılıkların bir arada yaşama bilincini ve kararlılığını ortadan kaldıramamıştır. Her hayat tarzının, farklı inançların, farklı düşüncelerin kendine özgü doğruları vardır ve olacaktır. bu doğrular bir zenginlik olarak algılanmalı ve bunları paylaşmayı becermeliyiz. İnsan onurunun merkeze oturtulduğu projelerin ortaya çıkaracağı doğrular, hepimiz tarafından inanıyorum ki kabul görecektir. İnsan onurunun zorunlu kıldığı evrensel hak ve özgürlükler, hiçbir hesap yapılmadan insanımıza ulaştırılmalıdır. Belirtilen evrensel değerlerin çoğunluk karşısında bile, daima dokunulmazlıkları vardır. inançlar ve özgürlüklere meydan okuyanların üstünlük kazandıklarına insanlık tarihi şahitlik etmemektedir. Yaşanan sorunların baskı, tehdit ve korku yöntemleriyle çözülemeyeceği açık bir gerçek olup, bu gerçeği herkesin kabul zorunluluğu vardır. Hakkının ihlal edilmesi nedeniyle göz yaşı döken bir mağdurun, ahını alan zalimlerin ayakta kaldıkları görülmemiştir. “Devletler zulümle payidar olamaz” denilirken adil olmayan her davranış zulüm olarak tanımlanmıştır.

Hırsın, kıskançlığın, nefretin intikam ve sahiplik duygularının kontrol edilemediği durumda, insanlık tarihinde izleri silinemeyen yaralar açıldığına bugün bir kez daha burada şahitlik ediyoruz. Bu yaraları tedavi edecek, onaracak, düzeltecek, tıkanan kalp ve gönül yollarını açacak çağrılara ve sevgi kandillerini yakacak nefeslere ihtiyacımız var. Herkesin söyleyebileceği ya da yapabileceği bir şeyi mutlaka vardır. Sevgi ve barış kültürünün var edici gücünü hayata geçirmeliyiz. Donmuş kalpleri sevginin sıcaklığı ile yeniden hayata döndürmeliyiz. Verilen mesajların, başka insanların hayatına olan etkilerinden de sorumluyuz. Nefret ve intikam şiddetinin doğurduğu karşı şiddetden, nefret söyleminin sahiplerinin de sorumlu olacağı açıktır. Yüreğinde nefret söyleminin kaygısını taşımayanlara söyleyecek sözümüz olamaz. Sözümüz bu karanlığa bir mum yakmak isteyenleredir. Geliniz ayrışmaya, kutuplaşmaya sebep olan tarih bilincini sıfırlayarak, barış ve kardeşlik temelinde bütünleştireceğimiz sevgimizi, saygımızı, merhametimizi, gönül ve yürek birliğini kurmaya harcayalım.

Gecenizin kutlu yarınlarınızın mutlu olması dileğiyle saygı sevgi, esenlik diliyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
07/07/2014

Saygıdeğer Katılımcılar;

Anayasa Mahkemelerine Bireysel Başvuru Sistemlerinin ele alınacağı ve karşılaşılan sorunların tartışılıp ortak deneyimler ışığında çözümler üretmeyi amaçlayan bu toplantıya katılmaktan ve siz değerli meslektaşlarımızla bilgi paylaşımında bulunmaktan son derece memnun olduğumu belirtmek isterim.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne 1954 yılında taraf olmuş; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını 1987’de, zorunlu yargılama yetkisini ise 1990 yılında kabul etmiştir. 2004 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle de başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslar- arası sözleşmelere, kanunların üzerinde bir değer atfedilmiştir. Temel haklarla ilgili “evrensel ölçütlere” atıf yapan değişikliklerin son halkasını ise, 2010 yılında Anayasa’nın 148. maddesine yapılan eklemelerle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolunun açılması oluşturmuştur. Böylece, kamu gücünü kullanan kişi ve kurumların sebep olduğu hak ihlallerine karşı anayasal yargı denetimi başlatılmıştır.

Avrupa Konseyinin desteğiyle yürütülen ve paydaşları arasında Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi ve diğer Yüksek Mahkemelerin olduğu “Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi” kapsamında, özellikle bireysel başvuruya hazırlık bağlamında oldukça ciddi çalışmalar yapılmıştır. Proje çerçevesinde Avrupa İnsan Hakları mahkemesi hukukçuları, diğer ülke Anayasa Mahkemesi uzmanları ve akademisyenlerin katılımı ile ortak toplantılar yapılmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadları Türkçeye kazandırılmış, Raportörlerimizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde altı aylık dönemler halinde istihdamı gerçekleştirilmiş, bireysel başvuruyu tanıtım toplantıları düzenlenmiştir. Bu noktada katkılarından dolayı Avrupa Konseyi Başkanlığı ile Genel Sekreteri sayın Jagland’a ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayın Başkanı ve mensuplarına teşekkürlerimi ifade etmek isterim.

Ayrıca belirtmem gerekir ki, bu yıl sonbahar döneminde Avrupa Konseyi Ankara Temsilciliği ile ortaklaşa başlatacağımız yeni bir projeyi hayata geçirmenin heyecanını yaşıyoruz. Bu projede özellikle hakim, savcı ve avukatlarımızın, bireysel başvurunun işleyişi ve mahkememiz içtihatları konusunda bilgilendirilmesi amaçlanmaktadır. Yapılacak çalışmalar neticesinde, bireysel başvurunun muhataplarınca daha iyi anlaşılması temin edilerek başvuruların daha hızlı, etkin ve adil biçimde sonuçlandırılması hedeflenmektedir.

Değerli konuklar

Her fırsatta temel hak ve özgürlüklerin evrenselliğini vurgulamak zorunluluğu vardır. Onları derinleştirmek, kökleşmesine katkıda bulunmak, tehditler karşısında savunmak Anayasa Mahkemelerinin temel görevleridir. Bu değerlerin evrenselliği “İnsan Hakları Dünya Konfederasyonu” tarafından “bütün insanların hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi uluslararası toplumun meşru ilgi alanıdır” denilerek belgelendirilmiştir. Korumaya çalıştığımız bu evrensel değerler, tüm insanlığın barış içinde birlikte yaşamasını sağlayacak etki ve öneme sahiptir. Bunu gerçekleştirmek için evrensel kavramları yerelleştirmeden “evrensel bir dilin” oluşmasına yardımcı olmak ve uluslararası kurum ve kuruluşların oluşturduğu ortak bir vicdanın ürünü olan sözleşme, anlaşma, belge, protokol ve yargı kararlarına bağlı kalmak hayati öneme sahiptir. Anayasal adaleti tesis etmek için evrensel değerleri ayakta tutmak görevimizdir. Böylece hukukun üstünlüğüne ve daha dayanıklı bir dünya barışı kurulmasına çok önemli katkı sunmuş olacağız. Esasen bu değerler bütün insanlığın özü ve ortak paydasıdır.

Eşdeğeri olmayan en üstün değer olarak da tanımlanın temel hak ve özgürlükler bugün önemli ölçüde kin ve nefret kültürünün tehdidi altındadır. Dünya’da giderek artan bu kültürün oluşmasına din, ırk, mezhep, ayrımcılık ve adaletsiz gelir dağılımının kaynaklık ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunlara dayalı hak ihlalleri dünyanın birincil sorunu olmaya devam etmektedir. Dünyada farklı olanlar ayrışarak kültürler arasında duygusal kopuşların yaşanmasına tanık olmaktayız. Büyük bedeller ödenerek oluşturulan evrensel değerler küçülürken, nefret söylem ve eylemleri büyümektedir. Bu nedenle yaşanan hak ihlalleri en çok Anayasa Mahkemelerini ilgilendirmek zorundadır. Kamu gücünü ve imkanlarını kin ve nefretlerinin aracı olarak kullananları sınırlayacak, tarafsız ve bağımsız bir yargı gücünün gerekliliğine olan inancımı belirtmek isterim.

Anayasa Mahkemeleri, verecekleri mesaj ve kararlarıyla nefret kültürüne karşı sevgi ve hoşgörü eksenindeki bir iklimi yaşatmak zorundadır. Nefret kültürünün esaretine karşı, sevgi ve hoşgörü temeline dayalı demokrasi kültürünün özgürleştirdiğine inanıyoruz. Türkiye Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru yolunun açılmasıyla farklılıkların birarada yaşamasının teminatı olma noktasında önemli bir rol üstlenmiştir. Bu görevi yerine getirirken kullandığımız evrensel değerlere bağlılığımızı güçlü bir iradeyle teyit ediyoruz. Esasen Anayasa Mahkemelerinin meşruiyeti de hak ve özgürlükleri koruma noktasında ortaya koyacağı bu iradeye bağlıdır. Zira, bireylerin hak ve özgürlüklerini her türlü endişe ve korkudan arındırılmış, hukuk güvenliğinin teminatı altındaki bir alanda yaşamaları en doğal haklarıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi, son yılda bireysel başvuru sonucunda vermiş olduğu kararlarıyla Türk halkının özgürlük alanını genişletirken, haklarının teminatı olma konusunda güçlü bir irade ortaya koymanın onurunu yaşıyor. Verilen kararların toplumsal gerginlikleri azaltan, siyasi kutuplaşmalar sonucu ortaya çıkan sorunların çözümünü kolaylaştıran, sevgi ve barış kültürüne olan katkılarını görmemezlikten gelmek mümkün değildir. Yasama, yürütme ve yargı organları bireysel başvuru yoluyla etkin bir denetime tabi tutulmakta, halkta gelişen hak ve özgürlük bilinci, Anayasa Mahkemesine olan güven duygusuna ciddi ivme kazandırmaktadır. Uzun yargılama süreci ve uzun tutukluluk şikayetleri başta olmak üzere adil yargılanma, din ve vicdan özgürlüğü, düşünceyi ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi konularda verilen güçlü, ikna edici ve toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul gören Anayasa Mahkemesi kararları kamu vicdanında yargının onurunu yüceltmektedir. Bu olumlu gelişmelerin temel sebebi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin yerel gerçeklerle evrensel standartları örtüştürme konusunda ortaya koyduğu başarıdır. Sınırlayıcı, yasaklayıcı bir anlayış yerine özgürlükçü ve eşitlikçi bir yaklaşımı hayata geçiren mahkememizin bu iradesinin devam edeceğine olan inancımızı belirtmek isterim.

Anayasa Mahkemelerinin temel görevi anayasal adaleti sağlamaktır. Böylece onarıcı, düzeltici ve tedavi edici fonksiyonu ile ülke ve dünya barışına katkı sağlayabilir. Türk Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru örneğinde kısa sürede ortaya koyduğu olumlu sonuçlarının yanında, yaşamakta olduğu yoğun başvuru sorununa bu konferansta etkili çözümler sunulacağına inanıyoruz. Ortaya çıkacak mesajlar ve çözüm önerilerinin etkili denetim amacımıza önemli destek sağlayacağını temenni ediyor, katılımcılara başarılar diliyorum.

Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

 

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
25/04/2014

Sayın Cumhurbaşkanım,

Çok Değerli Misafirler,

Anayasa Mahkemesinin 52. kuruluş yıldönümü ve Mahkememize yeni seçilen üyemizin yemin törenine katılarak ortak olduğunuz sevincimizi sizlerle yaşamak bizlere onur vermiştir. Başta zat-ı alileri olmak üzere tüm konuklarımıza şahsım ve mahkememiz adına hoş geldiniz diyor, şükranlarımı sunuyorum.

Bugün andiçerek Mahkememizde göreve başlayan değerli meslektaşımız Hasan Tahsin Gökcan’a başarı, sağlık ve esenlik dileklerimi bildiriyorum. Hukukçu kimliği ile yıllarca adli yargıda görev yapan yeni üyemizin birikimi, deneyimi ve adalet duygularının şekillendirdiği özgür vicdanı ile Mahkememize güç katacağına olan inancımı belirtmek isterim. Muhtelif kaynaklardan seçilerek gelen üyelerimizin karar ve faaliyetlerimize yansıyan mesleki tecrübeleri Mahkememizin ortak vicdanını oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu sonuca ulaşırken, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak üzere, hukukun evrensel ilkeleri ve ilgili yasa hükümlerine göre hareket ettiğimiz açıktır. Bu vicdani alan, dostluk ve düşmanlık duygularına kapalı olduğu gibi ırk, renk, siyasi düşünce ve bireysel inançların da dışındadır. İnsanlık onurunun varlığı, temel hak ve özgürlükleri de evrenselleştirmiştir. Bu değerleri yüceltmek, derinleştirmek, tehditler karşısında savunmak Anayasa Mahkemelerinin en temel görevidir. Esasen Anayasa yargısının varlık nedeni; ırk, renk ve inancı ne olursa olsun, insan olma ortak paydasına sahip herkesin var olan onurunu korumaktır. Bu kutsal görevin başarı ile yürütülebilmesi, ancak bağımsız ve tarafsız kalmayı becerebilen yargıçların varlığı ile mümkündür.

Mahkememize güç katacağına yürekten inandığım değerli meslektaşımıza başarı dileklerimi yinelerken, çalışma ve yorumlarıyla “sorun üreten değil, sorun çözen yargı” anlayışına destek vereceğine, insan haklarına dayalı, demokratik hukuk devletinin tam bir tarafsızlık içinde koruyucusu ve güvencesi olacağına inancımı tekrar belirtmek isterim.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Hukukun üstünlüğü anlayışı ve demokratik değerlerle beslenen bir devletin yolu her zaman aydınlıktır. İkinci Dünya Savaşı felaketini yaşamış Avrupa’nın geçmişte yaşadıkları ile bugün geldikleri seviye çok önemli mesajlar vermektedir. Dünya’da dini, etnik ve sınıf savaşlarının en yoğun yaşandığı bölge olan Avrupa, komünizm ve faşizm gibi totaliter rejimlerden demokrasi ve hukuk devleti mücadelesini vererek kurtulmuştur.

Demokratik değerleri, hukukun üstünlüğünü ve hukuk devleti anlayışının gereklerini tekrar tekrar konuşmak zorundayız.

İnsanlar, onurlu bir hayat yaşayabilmek için, hukuk güvenliğinin egemen olduğu bir devletin varlığına her zaman ihtiyaç duymuşlardır. Evrensel değerlerin ağırlıklı olarak uygulandığı, tüm eylem ve işlemlerin yargı denetimine tabi tutulduğu, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlet, hukuk devleti olarak tanımlanmıştır. Hukuk devletinin en belirgin diğer bir özelliği ise, tasarruflarının öngörülebilir, ulaşılabilir açık ve şeffaf olmasıdır. Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidar gücünün keyfi davranışlarının sınırlandırılması vardır. Bu nedenle kamu gücünü kullananlar da vatandaşlar gibi hukuksal ilkelerle kuşatılmıştır.

Bir ülkeyi hukuk güvenliği testinden geçirebilmek için öncelikle yazılı hukuk kurallarının, daha sonra da bunu uygulayan hakim, savcı, adli personel ve adli kolluğun ne durumda olduğunun tespiti gerekir. Sisteme dahil unsurlar ahenk içinde birbirini engellemeden adalete ulaşmaya hizmet ediyorsa sorun yok demektir. Haklı bir neden olmaksızın, kamu yararı gözetilmeden, siyasal amaçları gerçekleştirmek düşüncesiyle yazılı hukuk kurallarında çok sık aralıklarla yapılan değişikliklerin, toplumda hukuk güvenliğini sağlayabileceğinden bahsedilemez.

Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel hayatı alt-üst edecek yasal düzenlemelerin öngörülebilir olmaması, bireylerin hukuka olan güvenin tükendiği yerdir. Esasen, hukuk güvenliğini sağlayacak olan unsurlar, bağımsızlık ve tarafsızlık sorununu çözmüş olan yargı organları ile yasama ve yürütme organlarının insan haklarını özne kabul eden uygulamalarıdır.

Hukuk devletinin temel direği olan yargı, aynı zamanda devletin vicdanı olarak da tanımlanır. Bu vicdanın, siyasi ve ideolojik vesayet odaklarının işgaline uğraması nedeniyle toplum hayatına verilen zararların acı örnekleri, hafızalardan henüz silinmemiştir. İşgal devam ettiği sürece de bunları yaşamaya devam edeceğiz. Yargının vicdanını işgal edenlerin kimliği, düşüncesi ya da kutsalları ne olursa olsun bu sonuç değişmeyecektir. Dün hak ihlaline uğramış mağdurlarla, bugün aynı ihlalleri yaşayan mağdurların kimliklerinin farklı olması bu bakışımızı asla etkilemeyecektir. Sadece yargı değil, onur sahibi olan herkesin haksızlığa ve ihlale karşı çıkması insanlık borcudur. Zira, barışın teminatı olan farklılıkların birlikte yaşamasını ancak, başkalarının hak ve özgürlüklerini savunan onurlu insanlar hayata geçirebilirler.

Değerli Konuklar,

Kamu gücünü etkili bir şekilde kullanan yargı, siyasi ve ideolojik yapılanmaların hedefinde her zaman “ele geçirilmesi gereken bir kale” olarak görülmüş, ele geçirenler de kendi vesayet sistemini dayatmanın çabasına düşmüştür. Kaleyi ele geçiremeyenler ise, yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu söyleyip durmuşlardır. Kaleyi işgal edenler de yargıyı, siyasi düşüncelerine ve ideolojilerine lojistik destek sağlamak için ya da rakiplerinden intikam alma aracı olarak kullanmışlardır. Altını çizerek ifade ediyorum. Bu anlayış ve işgalden kurtulmadıkça bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşması hayaldir. Yargı üzerinde oluşan ya da oluşacak siyasi, ideolojik, dini, ırki ve mezhebi tüm vesayetçi anlayışlar, başta yargı mensupları olmak üzere herkes tarafından şiddetle reddedilmelidir.

Esasen vesayet altındaki bir yargıdan hukuk güvenliğini sağlaması da beklenemez. Böyle bir sistem yönetenlerin güvenliğini sağlarken, ötekilere de ancak, korku, endişe ve umutsuzluk verebilir. Korkunun ve endişenin hakim olduğu iklimlerde de özgür vicdanlar üretilemez. Herkese bildik gelen bir sözle yeniden tekrarlamak gerekirse, hukuk güvenliği insanların güvercin ürkekliği içinde yaşamadığı korkusuz bir ortamın varlığı olarak da tanımlanabilir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile yargı organları üzerinde oluşan vesayetçi anlayışların ortadan kaldırılması için cesaretli adımlar atıldı. Bu adımlar toplumda büyük karşılık da gördü. Söz konusu vesayetçi yönetimlerin görevlerinin sona ermesi ile büyük bir boşluk doğdu. Bu boşluğun, toplumun her kesimini kucaklayan, hoşgörülü, özgürlükçü, çoğulcu, adil ve evrensel değerleri yansıtan tercihlerle doldurulması gerekirken, ne yazık ki bunu gerçekleştiremedik. Bu kez, farklı renkte yeni bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık olduk. Kimse bu yeni oluşumun günahından kendini soyutlamaya çalışmasın. Tarih olanları kaydediyor. Bunları konuşmak, gerçekleri itiraf etmek ve cesaretle çözüm yolları bulmak zorundayız.

Daha önceki yıllarda yaptığım konuşmaların bir bölümünde aynen şunları dile getirmiştim. Yargı, milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır. Son dönemde yargı, bu konuyla ilgili olarak “paralel devlet” yada “çete” diye nitelendirilen çok vahim, çok ciddi ve çok ağır bir suçlamayla karşı karşıyadır. Bu suçlama üzerinde yapışık kaldığı sürece yargının ayakta kalması mümkün değildir. Bugün itibariyle bırakınız ceza davalarını, en basit alacak davasına ilişkin kararlar bile tartışmaya açılmış ve yargıya olan güven ağır yara almıştır. Başta yargı ve yürütme organları olmak üzere herkes bu iddialarla ilgili bilgi, belge ve delilleri zaman geçirmeden ortaya koymak zorundadır. Gerek yargıda, gerekse yürütme organı içinde var olduğu iddia edilen bu kişilerin başka illere tayin edilerek ya da yerlerini değiştirerek sorunu çözmenin anlamsızlığı açıktır.

Söz konusu iddiaların yargı kurumlarında psikolojik travma yarattığı, delil, bilgi ve belgeye dayanmayan ihbar mektuplarının hüküm icra ettiği, hâkim ve savcılar arasında önemli ayrışma ve bölünmelere sebep olduğu hepimizin saklayamayacağı gerçeklerdir. Bu ayrışma ve bölünmenin hukuk devletinin, hukuk güvenliğinin ve adaletin sonunu getireceğini yargıda yaşadığımız olaylar açıkça göstermektedir.

Tekrar etmek gerekirse, yargının bu iç ağrısı ile yaşaması asla mümkün değildir. İddia edilen kayıt dışı yapılanma yargı mensupları arasında korku, endişe ve gelecekle ilgili belirsizliklerin doğmasına, aralarında olması gereken mesleki ilişkinin çok olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır.

Görevi, maddi gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya kaldığı bu iddianın adı “vicdan yolsuzluğu”dur. Bunun için yapılması gereken açıktır. Hukuk devletine yakışan yöntemler uygulanmak suretiyle gerçekliğinin ispat edilmesi halinde, faillerine bir saniye bile beklenmeden gerekli yaptırımlar uygulanmalıdır. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının vazgeçilmez unsuru olan “özgür vicdanlı” hâkim ve savcılarımızın ayakta kalması için buna mecburuz. Demokratik hukuk devletlerinde, tehdit ederek, korkutarak sorunların çözüldüğüne ilişkin örnekler bulamazsınız.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa Mahkemesince verilen kararların, toplumda yarattığı siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçları üzerinde, bazı değerlendirmeler yapılması zorunluluğu vardır. Kurumların özeleştirilerini yapabilme cesaretini göstermeleri gerektiğine inanıyoruz. Bunu yapamadığımız takdirde kurumların kendilerini geliştirmesi ve yenilemesi mümkün olmayacaktır. Mahkemelerin geçmişte verdiği kararlar sonucunda toplumda yaşanan sarsıntıların, demokratik hayata ve hukuk devleti anlayışına olan olumsuz etkilerinin bilançosunu çıkarmak zorundayız. Hemen her toplumda Sorunların temel kaynağı yasama, yürütme ve yargı organlarının sebep oldukları hak ihlalleridir. Bu ihlallerin sonuçları ve toplumsal karşılığı önemsenmelidir. Bireylerin, her türlü endişe ve korkudan arındırılmış güvenli bir alanda hayat sürmeleri, en temel anayasal haklarıdır.

Anayasa Mahkemesinin “hak ve özgürlükler mahkemesi” olarak tanımlanmasının ancak, etkin ve süratli çalışmasıyla hak ihlallerini ortadan kaldırma gücüne bağlı olduğunun bilincindeyiz. Bunu gerçekleştirmek için mensuplarımızın ortaya koyduğu kararlı iradesinden, kimsenin kaygı ve endişe duymaması samimi dileğimizdir.

Kamu gücüne sahip olanların topluma sunduğu hak ve özgürlükleri, lütuf ya da bağış düzleminde değerlendirmesi düşünülemez. Farklı olanların hak ve özgürlüklerine karşı kimse, ev sahibi edasıyla duruş da sergileyemez. Yetmiş altı milyonun her ferdi bu evin sahibi ve Anayasa ile teminat altına alınmış hakların kullanıcısıdır.

Demokrasi, insan onuru, temel hak ve özgürlükler, Mahkememizin korumak zorunda olduğu evrensel değerlerdir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi başta olmak üzere, çağdaş dünya milletlerinin kabul ettiği insan hakları belgelerinde, temel hak ve özgürlükler; din, ırk, mezhep, siyasi düşünce ve ideolojilerden arındırılarak sadece “insan olma” ortak paydasında birleştirilmiş ve evrensel bir değer olarak tanımlanmıştır. Bu evrensel değerler bütün insanlığın gönül birliğini ve bütünlüğünü sağlayacak etki ve öneme sahiptir. Farklılıkları değiştirmeye, dönüştürmeye ve kendimize benzetmeye çalışmadığımız sürece, bu hedefi yakalamak hayal olmayacaktır.

Türkiye ise bu evrensel değerlere bağlılığını çeşitli antlaşma ve sözleşmelerle dünyaya ilan etmiştir. Bu bağlamda, 1990 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu yargı yetkisinin kabul edilmesi ve 2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan temel haklarla ilgili “evrensel ölçütlere” atıf yapan değişiklikler, devrim niteliğinde sayılabilecek evrensel düzenlemelerdir. 2010 yılında Anayasa’nın 148. maddesine yapılan eklemelerle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu açılmış, yargı organları ve idarelerin sebep olduğu hak ihlallerinin anayasal yargı denetimi sağlanmıştır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Bu değişiklikleri yeniden hatırlatma gereğinin altını şu nedenle çizmek istiyorum. Milletimizin iradesini temsil eden Yasama Organı bu değişikliklerle başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere tüm yargı organlarına “evrensel standartları uygulayın!” talimatı vermiştir. Bu nedenledir ki, yerel gerçeklerle evrensel standartları örtüştürmek zorundayız. Anayasa Mahkemesinin son günlerde verdiği bireysel başvuru kararlarına yapılan ölçülü eleştirileri saygı ile karşılarken, belirtilen zorunluluk nedeniyle verilen kararlarımızın arkasında olduğumuzu da ifade etmek istiyorum.

Değerli Konuklar,

2011 yılında yapılan genel seçimlere katılarak milletvekili seçilen ancak, haklarındaki kovuşturma nedeniyle cezaevlerinde tutukluluk hali devam eden kimi milletvekillerinin, Mahkememize yaptıkları bireysel başvurular üzerine, milleti temsil haklarının ciddi şekilde ihlal edildiği sonucuna varılmış ve bu nedenle tahliyeleri gerçekleştirilmiştir. Siyaset kurumlarını çok yakından ilgilendiren ve onların çözmesi gereken böyle bir sorunun, öncelikle yasal düzenlemelerle çözülmesini yürekten arzu ederdik.

Mahkemelerde devam eden davaların bir bölümünde uzun yargılama, bir bölümünde de uzun tutukluluk nedeniyle Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurulara ilişkin olarak ihlal kararları verilmiş, sanıkların tutuksuz yargılanmak üzere tahliyeleri sağlanmıştır. Belirtilen davalarda, şikayetçilerin kanun yollarını tüketme koşulu aranmaksızın Anayasa Mahkemesinin ihlal kararları verdiğinin altını çizmek istiyorum.

Anayasa Mahkemesi, yakın zamanda bir internet sitesine erişimin yasaklanması kararına karşı yapılan şikâyet başvurusu hakkında verdiği kararında, “tüketilmesi gereken başvuru yolları” gözetilmediği için yoğun eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerekse Anayasa Mahkemesi defalarca verdiği kararlarında “kanun yollarının tüketilmesi” koşulunun mutlak olmadığını ifade etmişlerdir. Uzun yargılama, uzun tutukluluk ya da şikâyete konu hakkın yeterli ve etkili hukuk yolları ile korunup korunmadığı yönünde yapılan değerlendirmeler ise bunun istisnalarını teşkil etmektedir. Anayasa Mahkemesinin uzun yargılama ve uzun tutukluluk şikayetlerine ilişkin olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatları doğrultusunda kanun yolları tüketilmeden verdiği ihlal kararlarına karşı hiçbir eleştiri yapılmamasına rağmen, bir internet sitesine erişimin yasaklanması kararına yönelik verdiği ihlal kararının siyasal kaygılarla ölçüsüz bir şekilde eleştirilmesi dikkat çekicidir.

Değerli Konuklar,

Hukuk devletinde mahkemeler, emir ve talimatla çalışmadığı gibi, dostluk ve düşmanlık duyguları ile de yönlendirilemez. Mahkemeler verdikleri kararların sonuçlarının doğurduğu üzüntü ve sevinçlerle de ilgilenmez. Bu duyguları gayet doğal kabul eder. Ancak, verilen kararlardan hukuk dışı sonuçlar çıkararak, Mahkeme mensuplarını itibarsızlaştırma gayretleri iyi niyetle izah edilemez. İnternet sitesine idari kararla getirilen yasağın daha ilk dakikasında siteye başka yollardan ulaşılmak suretiyle etkisiz ve sonuçsuz bırakılabilmesi gösterilen orantısız tepkiyle örtüşmüyor.

Yeni teknolojik gelişmelerin, insan hak ve özgürlüklerini korumak için alınan yasal önlemleri, etkisiz hale getirdiği bir çağda yaşıyoruz. Tarihe hak ve özgürlük savunucusu olarak geçen Gorbaçov, Sovyetler Birliği çözülmeden önce, küreselleşmeye karşı direnenlere “antenlere vize koyamazsınız” diyerek iletişim araçları karşısındaki zorluklara işaret etmiştir. Kuşkusuz, böyle bir zorluk bireylerin hak ve özgürlüğünü, devletin ise varlığını koruyacak yasal düzenlemeleri yapmasına engel değildir. Esasen Anayasa Mahkemesi’nin eleştirilen kararı, idari bir işlemin kanuni dayanağının olmadığının tespitinden ibarettir. 5651 sayılı Kanunun dokuzuncu maddesinin dördüncü fıkrası gereğince, alınacak bir mahkeme kararı ile bu kanunsuzluk hali giderildiğinde, aynı Kanunun hak ve özgürlükleri koruyan imkânlarından faydalanmayı engelleyen bir durumun varlığından bahsedilemeyecektir.

Amacımız sorun üretmek değil, sorun çözmek olmalıdır. Bir eylemin, işlemin veya yasama tasarrufunun, siyasi bir belge olan anayasaya göre, denetlenmesi nedeniyle ortaya çıkan Anayasa Mahkemesi kararının siyasi sonuçlar doğurması doğal bir zorunluluktur. Bu sonuçlara bakarak Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket ettiğini söylemek ya da milli olmamakla suçlamak içeriği ve derinliği olmayan sığ eleştirilerdir. Mahkeme mensuplarımız, verdiği kararlarından siyasi ya da sosyal bir rant elde etme iddialarını onurlarına yapılmış bir saldırı olarak kabul ederler. Anayasa Mahkemesi, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği öncesinde, yargı ile yürütme organı arasında yaşanan gerilimlerin, ülkemize verdiği ekonomik, siyasi ve sosyal zararların bilincindedir. Bu sebeple yeni gerilimler yaşatacak meydan okuma çağrılarını cevapsız bırakmaya kararlıyız.

2010 yılındaki anayasa değişikliğine kadar, Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük, demokrasi, laiklik ve sosyal hukuk devleti konularındaki sınırlayıcı ve daraltıcı anlayışından mağdur olanların bugün, bireylerin hak ve özgürlük alanını genişleten, önündeki engelleri kaldıran, evrensel standartları hayata geçiren bir anlayışa dönüşmüş olan Mahkeme kararlarından rahatsızlık duymalarını yaşadıkları garip bir çelişki olarak görüyoruz. Bizler adil olmayı kutsal bir görev kabul eden bir medeniyetin mensupları olarak, gücün ve şartların etkisiyle gömlek değiştiren bir karakterin sahibi olamayız. Dün hak ihlaline uğrayanların nasıl yanında yer alınmışsa, bugün de kimliği, kişiliği, gücü ve rütbesi ne olursa olsun, hak ihlaline sebep olan herkesin karşısına, aynı adalet gömleğiyle çıkmaya devam edeceğiz. Mahalle baskısı ile yargı mensuplarının görüş, düşünce ve kararlarının etki altına alınma çabaları, adaletin kutsallığına inanmış olanlar için geçerli değildir.

Anayasa Mahkemesi, insan onurunun zorunlu kıldığı hak ve özgürlükleri, hiçbir ayrım yapmadan ve bir hesabın içinde bulunmadan, ilgilisine ulaştırmaktan başka amacı olmayan bir yargı kurumudur.

Son yıllarda yargı alanında yaşananların toplumda yarattığı güvensizlik ve olumsuzluklar, Anayasa Mahkemesinin adeta bir temyiz makamı gibi algılanmasına yol açmış, umut haline gelen bireysel başvuru yolunu kullananların sayısı çok büyük rakamlara ulaşmıştır.

Esasen tutuksuz yargılanmanın kural, tutuklamanın istisna olduğu bir sistem yerine, uzun tutukluluğun asıl, tutuksuz yargılanmanın ise istisna olduğu bir yargı sürecini yaşıyoruz. Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuruların % 70’inin adil yargılanma konusundaki şikâyetler olduğu gözetildiğinde, yargı organlarımızın topluma sunduğu adaletin hangi düzeyde olduğunu sorgulamak zorundayız. Bu oran, önceki bölümde önemi vurgulanan hukuk güvenliğine, yargı organlarımızın verdiği olumsuz katkıyı göstermektedir.

Yargıya olan güvensizliğin yetkililerce güçlü şekilde dillendirilmesi yaşanan sorunları çözmemektedir. Bu kolaycılıktan vazgeçilerek yargıç ve savcı profilinin sorunları, yargılama sistemindeki yapısal sorunlar, Mahkememizce tespit edilen ihlallerin giderilmesi yönünde devlete düşen pozitif ve negatif yükümlülükler ile alınması gereken tedbirler masaya yatırılarak çözümler üretilmelidir.

Amacımız, idarenin ve yargı organlarının sebep olduğu hak ihlallerini incelerken, temel hak ve özgürlüklerle ilgili evrensel standartların ülkemizde benimsenmesini sağlamak suretiyle Anayasa Mahkemesinin “etkin bir denetim” yaptığı inancını topluma yerleştirmektir. Mahkememizin etkin denetim yapmadığı düşüncesinin yerleşmesi halinde ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin kararları yok sayılarak, başvuruları doğrudan kabul etmesi gibi bir uygulama ile karşı karşıya kalacağımız herkes tarafından bilinmelidir. Böyle bir sonucun ise ülkemiz yargı erkinin demokratik dünya milletleri nezdinde çok ciddi bir itibar kaybına sebep olacağı açıktır.

Bu nedenle, anlayışla karşıladığımız tüm eleştirilere rağmen, hak ve özgürlük yollarının açılması süreci mahkememizce kararlı bir şekilde sürdürülecektir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Son yıllarda birey ve toplum olarak, yaşanan sorunlarla ilgili en masum çözüm önerilerini, düşünce ve görüşleri derhal siyasi bir süzgeçten geçirdikten sonra kabul veya reddeder hale geldik.

Bu yaklaşım toplumun aşırı siyasallaşmasına, kutuplaşmasına ve kaygı verici bir gerilimin yaşanmasına yol açıyor. Yaşanan gerilim insanlarımızı taraf olmaya zorlamakta, söylenenler yanlış da olsa, taraf olmanın güçlendirdiği inatçılıkla düşünceler savunulmaya çalışılmaktadır. Sorunlara veya önerilen çözümlere tepkisel tavırlarla meydan okumak, taraftar bağlılığını güçlendirmekte ise de insanların biraraya gelme, diyalog ve uzlaşma iradelerini zayıflatmaktadır. Diyalog ve uzlaşma zeminini kaybettiğimizden dolayı, farklı olanların doğruları ile zenginleşemiyoruz. Başkalarının haklarına sahip çıkmak bir insanlık erdemidir. Katılmasak da, hakkı ihlal edilenlerin yükünü paylaşmak, onurlu insan olma refleksinin doğal bir sonucudur. Demokratik ülkelerin gücünün yasaklara değil, özgürlüklere dayalı olduğu gerçeği gözardı edilmemelidir.

Değerli Konuklar,

Yaşanan gerilimlere kim sebep olursa olsun, bu ortamda gelişen kin ve nefret söyleminin farklı düşünce ve inanç sahipleri arasında “duygusal bir kopuş”a yol açtığı açıktır. Kalp ve gönül dünyasını ilgilendiren bu duygulardaki ayrışmaların, birlikte yaşama irademiz üzerinde olumsuz sonuçlar doğuracağını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu olumsuz sonuçlar siyaset, kültür, inanç, sanat, spor ve buna benzer etkinliklerde, farklı kesimlerin birarada yaşamaları için gerekli olan “buluşma alanlarını” yok etmektedir.

Kin ve nefret söyleminin, korkuyla buluştuğu böyle bir noktada, insanlarımızı iç dünyalarına hapsedilmiş inançlar ve beyinlerinden dışarı çıkaramadıkları düşüncelerle baş başa bırakıyoruz. Oysa, çoğulcu ve katılımcı demokratik sistem, “farklılıkların sesli yaşaması” gerektiği çağrısını yapıyor. Yüzyıllardır biriktirdiğimiz köklü kültür yapımız ve oluşan inanç dünyamız, demokrasinin tam da bu çağrısıyla örtüştüğünü söylüyor. Sahip olduğumuz bu sevgi ve hoşgörü kültürünün lojistik desteğine ihtiyacımız vardır.

Kainatın özü insan, insanın özü ise eşdeğeri bulunmayan onurudur. Hukukun ve dinlerin koruma altına aldığı yegane değer budur. Mahkememizin 52. kuruluş yıldönümünde size verebileceğimiz söz, bu değerin korunması konusunda mensuplarımızın kararlı iradelerinin devam edeceğidir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Bu yıl yaş haddi nedeniyle emekli olan üyemiz sayın Mehmet Erten’e yeni hayatında sağlık ve esenlik dileklerimi sunuyor, yakın zamanda aramızdan ayrılan emekli üyemiz Servet Tüzün’e de Allahtan rahmet diliyorum.

Başta zatıalileri olmak üzere, katılan tüm konuklarımıza Mahkememiz adına teşekkür ediyor saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
22/10/2013

Değerli Konuklar

Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları bakımından rollerinin güçlendirilmesi ortak projesi kapsamında; Yargıtay, Danıştay, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurlunun değerli başkanları ve Sayın Adalet Bakanımız dört yıl süresince elde edilen kazanımlar konusunda önemli tespitler yaparak bir bilanço çıkartmaya çalıştılar. Şu konuda hiç birimiz kuşku duymamaktayız ki bu proje, yüksek yargı kuruluşlarının süratli, etkin ve daha kaliteli bir yargısal hizmet üretimi konusunda çok ciddi katkılar sağlamıştır. Bu gerçeğin altını çizdikten sonra, proje de emeği geçenlere dört yıl boyunca birikmiş olan teşekkür borcumuzu ödemek istiyorum. Başta Avrupa Konseyi Ankara Ofisi olmak üzere, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görev yapan değerli hakim ve hukukçulara. Venedik Komisyonuna, Avrupa Sosyal Şartı sekretaryasına, Avrupa Yargı’nın Etkinliği Komisyonuna, Avrupa Parlamentosu ve Komisyonu Üyelerine, Avrupa Birliği Adalet Divanı Hukukçularına, yapılan yuvarlak masa toplantıları, konferanslar, çalışma ziyaretleri ve yurt dışına görevlendirmeler nedeniyle gösterdikleri ilgi ve katkılarından dolayı yürekten teşekkürlerimi sunuyorum.

Ayrıca, bu projenin Avrupa Konseyi ile Koordinasyonunu sağlayan Yargıtay’ımızın değerli mensuplarına da şükranlarımızı iletiyorum. İnanıyorum ki yapılan bu katkılar sonunda, elde edilecek olan etkili ve kaliteli yargı hizmetlerinin, öncelikle Türk halkının ve sonrasında Dünya milletlerinin barış içinde yaşamalarını sağlayacak iklimin oluşması adına, çok önemli bir hizmet olduğunu belirtmek isterim.

Bu projenin ortaya çıkmasında hak ve özgürlükler konusunda ülkemizde yükselen bir bilincin etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bilincin doğurduğu sorunlara çözüm yolları arama çabalarını ise, ülke ve dünya barışına katkı verecek projeler kapsamında değerlendirmek gerekir. Din, dil, ırk farkı gözetilmeksizin yargı dünyasının sorunlarına derman olacak çareleri konuşmak üzere, bizleri bir araya getiren bu projenin gücü, sahip olduğumuz ortak insanlık, onur ve bilincinden kaynaklanmaktadır.

Yargıyı bir cümle ile tanımlamak gerekirse; “yaşanmış gerçeklere ulaşma sanatı”dır da diyebiliriz. Bu gerçeklere ulaşmakla hak ve özgürlükleri ihlal edilmiş olanların haklarını zamanında ve adilce teslim etmiş oluyoruz. Söz konusu sanatın icrası sırasında ortaya çıkan engellerin kaldırılması için, yapılan bu projelerle yargının asli görevi olan yaşanmış hak ihlallerini ortadan kaldıracak “vicdan birliğini “ sağlamış olacağız. Yargının topluma sunduğu yegane ürünü adalettir. Ve bu ürünün alternatifi de yoktur. Adalet hizmetlerinin onarıcı niteliği, üretim kalitesi ve zamanında dağıtımın varlığı ile güç kazanır. Aksi durum, toplumda vicdan acısı ve isyan doğurur. İşte “Hukukun haksızlığı” olarak da tanımlayacağımız bu kaotik duruma, çözüm bulma zorunda olduğumuzu belirtmek istiyorum.

Yüksek yargının rollerinin güçlendirilmesi kapsamında yapılan projenin 4. cü yılında, Bireysel Başvuru konusunun bu projeye eklenmek suretiyle Anayasa Mahkemesi’ne yüklenmiş olan bu görevin, en etkin biçimde yerine getirilmesi konusunda Avrupa Konseyinin yaptığı katkıya ayrıca teşekkür ediyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Hakimleri ve hukukçuları ile yoğun bir şekilde gerçekleştirilen yuvarlak masa toplantıları, Anayasamız ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri arasında uyumlaştırma konusunda çok somut ilerlemeler sağlanmasına imkan vermiş, buna paralel olarak da, Avrupa Mahkemesinin oluşmuş içhatları hak ihlallerinin tespitinde çok etkili kılavuz-karar olma rolünü başarıyla yerine getirmiştir.

Özellikle Hakim-savcı ve avukatlarımızın, bireysel başvurunun işleyişi konusunda bilgilendirilmesi amacıyla hazırlanan kitap ve tanıtım araçlarının basım ve dağıtımı hızla tamamlanmış ve ilgililere ulaştırılmıştır.

Proje kapsamında Almanya ve İspanya örneklerini daha yakından inceleme fırsatını yakalayan mahkeme mensuplarımız, Bireysel başvuruyla ilgili olumlu uygulamaları ülkemize kazandırma konusunda çok isabetli tespitlerde bulunmuşlardır. Özellikle filtreleme konusunda gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerekse Almanya ve İspanya uygulamaları fevkala de aydınlatıcı olmuştur.

Hemen belirtmem gerekirse, önümüzdeki Kasım ayında yine Avrupa Konseyi Ankara Temsilciliği ile ortaklaşa başlatacağımız yeni bir projeyi hayata geçireceğiz. Bu Proje, Bireysel Başvuru konusunda daha ayrıntılı bilgiler ve uygulamalar verilmek üzere hakim ve savcılarımızla- Barolar Birliğine mensup avukatlarımız için programlanmaktadır. Bu projenin uygulamaya geçirilmesiyle yaratılacak olan bilinç sonunda, Anayasa Mahkemesine gereksiz başvuruların önemli ölçüde azalacağı inancını taşımaktayız.

Yeri gelmişken önemli bir konunun altını çizmek istiyorum. Son günlerde kamuoyunun yakından takip ettiği bazı davaların Temyiz sonunda kesinleşmesi nedeniyle çok çeşitli yorum ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu değerlendirmeler sonunda, Anayasa Mahkemesine yapılacak olan Bireysel Başvurulara, yeni bir temyiz yoluşmuş gibi nitelik kazandırılarak yorumlar yapılmaktadır.

Değerli konuklar

Anayasanın 148. maddesinin 4. fıkrasında aynen “Bireysel Başvuruda kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz” denilmektedir. Yani diğer yüksek yargı organlarında yapılan temyiz aşamasında, yasa gereğince hangi hususlara bakılabilecekse, Anayasa Mahkemesinin bu konularda herhangi bir inceleme yapamayacağı Anayasamızın amir hükmüdür.

Ancak, ilk ve yüksek dereceli yargı organlarının yaptıkları yargılama süreci içinde, ya da öncesinde, temel hak ve özgürlüklerinden herhangi birisinin ihlal edildiği gerekçesi ile kişilerin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunması tartışmasız Anayasal bir haktır. Anayasa Mahkemesi başvuruya ilişkin incelemesinde kişinin temel hak ve özgürlüklerinden herhangi birisinin ihlal edildiği sonucuna varırsa ve bu hak ihlali yeniden yargılama yapılarak giderilecek nitelikte ise, ilgili mahkemeye hak ihlalini gidermesi için göndermek zorundadır. İlgili mahkemeninde yeniden yargılama sürecini başlatarak tespit edilen hak ihlalini gidermesi, yine anayasal zorunluluktur. Anayasa Mahkemesi’nce yapılan bu işlem hiçbir şekilde temyiz incelemesi olarak nitelendirilemez. Kuşkusuz ki, temyiz aşamasında da bir temel hak ve özgürlüğün ihlali söz konusu olursa, Anayasa Mahkemesine başvuru halinde buna bakmak zorunluluğu izahtan varestedir. Yargılama aşmasında yapılan hak ihlallerinin sınırlarını çizmek ve bunu izah etmenin zorluğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Anayasa Mahkemesi’nce yapılan işlerin yeni bir temyiz aşaması olarak nitelendirilmesi hem toplumun yanlış yönlendirilmesine, hem de Anayasa Mahkemesi’nin gereksiz iş yükü ile karşı karşıya bırakılarak asli fonksiyonunu yerine getirememesi gibi bir sonuç doğuracağı açıktır. Bunu ifade ederek, hiç kimsenin hak arama özgürlüğünü sınırlandırmak, ya da etkisiz hale getirmek gibi bir niyetimizin olmadığını altını çizerek belirtmek istiyorum. Söylenmek, istenen Anasayal görevin sınırlarının tespitinden ibarettir.

Anayasa Mahkemesi’nin “ özgürlüklerin mahkemesi” işlevini yerine getirebilmesinin etkin ve süratli bir çalışma sonunda hak ihlallerinin ortadan kaldırılmasının varlığına bağlı olduğunun bilinci içindeyiz. Bu hedefi gerçekleştirmek Anayasa Mahkemesinin varlık sebebi olup, bu konuda mensuplarımızın güçlü ve kararlı bir iradeye sahip olduğunu belirtmek isterim.

Değerli konuklar,

Bireysel Başvuru yolunun başarılı olabilmesi için, diğer hak arama yollarının etkin bir şekilde işletilmesi ve bütün devlet organlarının ortak irade ile hareket etmesi gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Zira, insan onurunda derin yaralar açan sanıkların makul bir sürede yargılanma hakkı, masumiyet karinesi, tutukluluk süresi, etkin savunma hakkı, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişinin hakkındaki suçlamaları öğrenme ve bilgilendirilme hakkı gibi başlıklar altında ifade edebileceğimiz, adil yargılama konusundaki ihlallerin ortadan kaldırılması hayati öneme sahiptir. Bu düşünceyi belli davaların yada belli grupların hak ve özgürlüklerinin çok önemli olduğu gerekçesi ile ifade etmiyorum. Yetmişaltı milyonluk bir ülkenin tüm fertlerinin hak ve özgürlükleri bizim için saygındır, kutsaldır, azizdir. Bazı insanların diğerine nisbetle daha değerli olduğu düşüncesi asla kabul edilemez. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde, gerekse Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinde, hak ihlaline ilişkin davaların %75 oranında hak arama özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla açıldığı göz önüne aldığında, yargının sorunlarının hiçte küçük olmadığı istatistiki verilerden anlaşılmaktadır.

Son yıllarda yüksek yargı organlarındaki özverili çalışmalar ve yargısal reformlar gözetildiğinde, bu sorunların önemli ölçüde azalma işaretlerini verdiğini söylemek isterim. Yaşanan bu olumlu gelişmelere, bugünkü konumuz olan yüksek yargı organlarının rollerinin güçlendirilmesi ve diğer projelerin ciddi katkılarını belirtmek suretiyle ilgililere şükranlarımızı sunmak bizim için bir görevdir.

Bireysel Başvurunun “etkin bir denetim yolu” haline gelmedikçe, hukuk dünyası tarafından kabul görmeyeceğinin bilinci içindeyiz. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve onu uygulayan mahkemenin, bu güne kadar verdiği kararlarla anayasamızda bunlara denk düşen temel hak ve özgürlükler arasında “ öz yönünden” uyum sağlanma zorunluluğunun önemini biliyoruz.

Bu imkanlar kullanılmak suretiyle Türk Anayasa Mahkemesi’nin temel hak ve özgürlükler konusunda yerleşik “ evrensel standartlarla ” örtüşen kararlar üreteceğine inancımı belirtmek isterim. Anayasa Mahkemesi’nin etkin bir denetim yapabilme konusundaki başarısının ancak, adli, idari ve askeri yargı alanında yapılacak olan yargı reformlarıyla yakından ilgili olduğunun bir kez daha yinelemek istiyorum.

Değerli konuklar,

Yüzyıllar boyunca insanlığın ortak aklından süzülerek gelen evrensel doğrulara, demokratik bir toplumda olması gerekenlere, samimiyetle inanıp, uygulamalarımızı bu zemin üzerine oturtabilirsek çözemeyeceğimiz sorun yoktur. Sonlandırdığımız bu projenin de bu hedefe olan olumlu katkılarını belirterek emeği geçenlere tekrar teşekkür ediyor, saygı ve sevgiler sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
27/09/2013

Değerli Konuklar

Alparslan Üniversitesinin saygıdeğer mensupları

Sevgili Öğrenci Kardeşlerim

Basınımızın Kıymetli Mensupları

Muş Alparslan Üniversitesinin 2013-2014 öğretim yılının açılış töreninde aranızda bulunmaktan duyduğum olağan üstü mutluluğu belirterek sözlerime başlıyorum.

Mutluyum; çünkü ruh dünyamın huzur bulacağı aynı duygu ve düşünceleri paylaştığım has insanların topraklarında bulunuyorum. Millet olarak ilk defa ayak bastığımız Anadolu’nun giriş kapısındayım. 1071 yılından gelen burcu burcu kokuların varlığını hissediyorum. İki medeniyetin çarpıştığı, birinin yok olduğu, diğerinin ise cihan imparatorluğuna dönüşerek oluşturduğu kutlu bir medeniyetin mensubu olmanın onurunu ve gururunu yaşıyorum.

Nasıl mutlu olunmaz ki?

Büyük Selçuklu sultanı Alparslan’ın Anadolu kapısını açtığı bu aziz topraklarda yaşamak onur verici bir ayrıcalıktır. Bunun mutluluğunu, gururunu hücrelerinize kadar hissetmelisiniz.

Değerli Kardeşlerim,

Ben Üniversiteleri düşüncelerin, inançların ve bunları ifade edebilmenin öz anayurdu olarak tanımlıyor ve niteliyorum. Bu nedenle Üniversiteler temel hak ve özgürlüklerin , insan onurunun, demokrasinin, barışın, farklı olma hakkının, bilimin ve teknolojinin enerji merkezleri olmuştur. Bu değerleri besleyen, büyüten ve yaşatan bu kutlu çatılar toplumun her zaman göz bebeği olmuştur.

Bir başka anlatımla

Tüm özgürlüklerin dağıtımının yapıldığı kavşak noktası olarak nitelenen ifade özgürlüğünün yaşadığı mekandır üniversiteler. Varoluşumuzun en ayırtedici özelliği olarak tanımlanan akıl ve düşünce, insanoğlunun yaratılanların en şereflisi olarak kabul görmesini sağlamıştır. “Düşünüyorum o halde varım” diyen Descart’da insanın varlık sebebini, düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme ile açıklamaktadır. Denilebilir ki düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğü yoksa, insanda yoktur. Yaratılış bu gerçek üzerine kurulmuş, ölüm ötesi sorumluluk tezini ortaya koyan öğretiler de eşrefi mahluk kavramını akıl ve düşünce ile izah etmişlerdir. Kimine göre, hayat hakkından bile öncelikli olan düşünceyi ifade özgürlüğü, insan olmanın tek şartı olarak kabul görmüştür.

Bilgi ve fikir alma, kanaat sahibi olma, ve bunları açıklamayı içinde barındıran ifade özgürlüğü, insanlık tarihi sürecinde çok çetin mücadelelerin konusu olmuş ve en değerli varlıklar bu uğurda feda edilmiştir. Birey olarak, devlet olarak, yada basın mensubu kimliğimizle bugün ifade özgürlüğü konusunda özgeçmişimizi sorgulayarak, gelecek kuşaklara sorun bırakmamanın gayreti içinde olmamız gerektiğini belirtmek istiyorum. Amacımız, çağdaş dünya uygulamaları ile örtüşmeyen ifade ve inanç özgürlüğüne ilişkin sorunlu alanların, ortaya konularak onarıcı ve tedavi edici anlayışların ışığında çözümünü sağlamaktır.

Yaratılanların en şereflisi olan insanı bu denli önemli yapan şüphesiz ki sahip olduğu insan onurudur. Hukuk Devletinin koruduğu, koruması gerektiği de budur. Zira hak ve özgürlüklerin de temeli, özü, amacı onurlu bir hayat yaşamaktan başka bir şey değildir. Demokratik Hukuk devleti de insan onurunun yegane güvencesidir. Başka bir anlatımla Anayasa’nın 2. maddesinde öngörülen değiştirilemez nitelikteki ilkeler de gücünü ve kaynağını insan onurunun dokunulmazlığından almaktadır. Ticarileşen, resmileşen ve tekelleşen inançların, ideolojilerin insan onuruyla yakınlığı yoktur. Hak ve özgürlükler çağını yaşayan insanoğlu dünyanın en ücra köşesindeki insan onuru ihlaliyle yakından ilgilenmektedir. Çünkü insanlığın ortak paydası sahip oldukları onurlarıdır. Konuştuğu gibi düşünen, düşündüğü gibi konuşan çok sesli bir toplumda “insan sayısınca düşüncenin üretildiği” ve bunun güvence altına alındığı bir hayatı sunamayanların ayakta kalma şansı yoktur.

Hukuk devleti, topluma sağlıklı ve güven içinde yaşanır bir ortam sağlamayı taahhüt ediyor. Bu yükümlülüğün sorumluları ise yasama, yürütme ve yargı organları olup, Hukuk devletinde bu organların insan onuruna yakışan bir hayat sağlamak görevi vardır. Sağlanan bu hayatta ise kendine güvenen, risk alan, suskun ve uslu değil, sorgulamayı görev kabul eden bireyler yetişir. Hak ihlalleri, baskı ve dayatma, insanları kendisine ait olmayan sahte bir hayatı yaşamaya mecbur etmektedir. Demokrasinin imkanlarından yoksun kalanlar, ona yabancılaşır ve bağlılıklarını kaybederek hukuk dışı yöntemlerle seslerini duyurmaya çalışır. Baskılayarak içinden düşün, içinden konuş yada içinden inan, mantığı devlete düşman yaratmaktan başka sonuç doğurmamaktadır. Bunun içindir ki hak ve özgürlükler alanında uluslararası sözleşmeler imzalanmış ve bunu denetleyen mahkemeler oluşturtarak küresel bir vicdan denetimi sağlanmaya çalışılmıştır.

Değerli Konuklar,

Hak ve özgürlüklerin barış içinde yaşanmasında en başarılı ve yürekli sistem olarak tanımlanan demokrasi, bize özgü uygulamaların ön plana çıkmasıyla evrensel anlayışı etkisiz ve tartışılır hale getirmiştir. İki yüzlü anlayışlar ve uygulamalar demokrasi inancını yok etmekte, kin ve nefret duygularının gelişmesine imkan sunmaktadır. Gelişen bu duygular söyleme ve daha sonra da eyleme dönüşmektedir. Buna bağlı olarak ırk, din ve mezhep bağlamında hızlanan ayrışmalar kaygı vericidir. Siyasi aktörler evrensel değer ve doğruları çok çabuk terkedebilmektedir. Büyük emek, ter ve gözyaşı ile oluşturulan bu değerler küçülürken, nefret söylemi ve eylemleri büyümektedir. Bunun sonunda elde edilen tek sonuç, yoğun hak ihlalleri ve ağır yara almış insanlık onurudur.

İnsan tüm varlığın özü ve özetidir. İnsan da ancak onuru ile insandır. Onursuz bir insanlık düşünülemez. Ancak, son yıllarda dünya da yaşanan olaylar maalesef insandan daha kıymetli varlıkların olduğunu ortaya koymaktadır. Bir damla petrolün insan onurundan üstün olduğu vahşi bir çağı yaşıyoruz. Irk, din, mezhep ve gelir paylaşımı adına hareket edenler çocukları bile acımasızca katledebilmektedir. Yurtlarından yoksun bırakılan milyonlarca insan aç, sefil ve çaresiz bir durumda kendilerine sahip çıkacak bir nefes beklemektedir. Bu felaketi yaşayanlar din, ırk ve mezhep farkı gözetmeden sadece insan oldukları için kendilerine uzanacak ellere ihtiyaç duymaktadır. İnsanlık onurunu ancak insan olanlar savunabilir. Bu göreve sahip çıkarak katkı sunmalıyız. Kendi mutluluk ve refahını başkalarının felaketi üzerine inşa edenleri insan olarak tanımlayamayız.

Sevgili Öğrenciler

Değerli Kardeşlerim

Üniversitelerimizin temel dinamiklerinden biriside “Farklı olma hakkının” sorunsuz ve yoğun yaşanması gereken en temel kurumların başında olmasıdır. Bu aynı zamanda bilimsel özerkliğinin ve özgür yapısının olması gereken en doğal sonucudur. Farklılıklar olmasaydı doğrulara nasıl ulaşacaktık. Farklı olma Allahın iradesidir. Ondan iz ve işaretler taşır. Derviş Yunus “yaratılanı severim yaradandan ötürü” derken de bu iradenin mesajını veriyordu. Farklılıkları ötekileştirmeden bu gözle yaklaşabilirsek siyaset hukukunun yarattığı Demokrasinin “çoğulculuk” niteliğine ulaşmış olursunuz. Başka bir ifadeyle “çoğulculuk” yaratılışın özünde vardır da diyebiliriz. Bu eksende yaşayarak farklılıkların güzelliğini ve lezzetini ortaya çıkarma başarısını gösterebilmeliyiz.

Demokrasi, çözüm olarak demokratik sabır hoşgörü ve güven ortamında tanışmayı, konuşmayı ve uzlaşmayı öneriyor. Ve diyalog çağrısı yapıyor. Bağlantı kurulamaz ise tanışamayız ve sevginin gücünden faydalanamayız. Eflatun’un ifade ettiği gibi diyalog “doğruyu tespit etme yöntemidir”. Ötekini yenerek zafer kazanma duygusunun karıştığı diyalog kültürü sorun çözemez.

Bizler bütün dünyayı vatanımız, bütün insanlarıda vatandaşlarımız olarak gören bir anlayışın sahipleri olmadıkça insanlık onurunu koruyamayız.

Değerli Gençler

Bu yuvadan aldığınız ışıkla ülkemizin yarınlarını daha da aydınlatmak üzere hizmet nöbetini sizlere devredeceğiz. Çağı yakalama inancıyla hazırlayacağınız, evrensel değerlerle örtüşen ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal çözüm projelerinizi insan onurunu yüceltmek üzere şimdiden hazırlamaya başlayınız. Bilginize, inancınıza ve taşıdığınız insanlık onuruna güveniyoruz. İnanıyorum ki bu değerler size yanlış yaptırmayacaktır.

Üniversitenizin onarıcı, düzeltici ve tedavi edici gücünü kullanarak insanlık onurunu yücelteceğinize ve dünya barışına önemli lojistik destek sağlayacağınıza olan inancımı belirterek, Yeni öğretim yılınızda sizlere ve değerli hocalarımıza başarılar diliyor en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
03/09/2013

Değerli Meslektaşlarım

Kazakistan Cumhuriyeti Anayasa Konseyi’nin daveti üzerine gerçekleşen bu etkinlikte, ulusal ve uluslararası alanda hak ve özgürlükleri etkileyen yeni gelişmeler üzerinde konuşacağız. Bu imkanı sunan Kazakistan devletine ve Anayasa Konseyi sayın Başkanına öncelikle teşekkür etmek istiyorum.

21. yüzyıl hak ve özgürlükler çağı olarak nitelendirilse de Dünyadaki uygulamalar ve gelişen olaylar bunu doğrulamamaktadır. Kötü ellerde örselenen Demokrasi ve insan hakları sorgulanır hale gelmiştir. Ulusal sınırlar içine hapsedilen demokratik uygulamalar evrensel demokrasi anlayışını beslemekte yetersiz kalıyor. Siyaset kurumlarının “ulusal çıkar” kaygısı, demokrasiye olan inancı ciddi anlamda zayıflatmaktadır. Hak ve özgürlüklerin barış içinde yaşanmasında en başarılı ve yürekli sistem olarak tanımlanan demokrasi, ulusal çıkarların ön plana çıkmasıyla evrensel anlayışı etkisiz ve tartışılır hale getirmiştir. İki yüzlü anlayışlar ve uygulamalar demokrasi inancını yok etmekte, kin ve nefret duygularının gelişmesine imkan sunmaktadır. Gelişen bu duygular söyleme ve daha sonra da eyleme dönüşmektedir. Buna bağlı olarak ırk, din ve mezhep bağlamında hızlanan çatışmalar kaygı vericidir. Dünya hızla ayrışıyor. Siyasi aktörler evrensel değer ve doğruları çok çabuk terkedebilmektedir. Büyük emek, ter ve gözyaşı ile oluşturulan bu değerler küçülürken, nefret söylemi ve eylemleri büyümektedir. Bunun sonunda elde edilen tek sonuç, yoğun hak ihlalleri ve ağır yara almış insanlık onurudur. Ulusal ve uluslararası çıkar kavgalarının sebep olduğu bu olumsuz sonuçlardan en çok Anayasa Mahkemelerinin ilgilenmesi gerekmektedir. Çünkü, yaşanan yoğun hak ihlalleri ve yaralı insanlık onuru bizim görev alanımızın esas konusudur.

Değerli konuklar

İnsan tüm varlığın özü ve özetidir. İnsan da ancak onuru ile insandır. Onursuz bir insanlık düşünülemez. Ancak, son yıllarda dünya da yaşanan olaylar maalesef insandan daha kıymetli varlıkların olduğunu ortaya koymaktadır. Bir damla petrolün insan onurundan üstün olduğu bir çağı yaşıyoruz. Irk, din, mezhep ve gelir paylaşımı adına hareket edenler çocukları bile acımasızca katledebilmektedir. Yurtlarından yoksun bırakılan milyonlarca insan aç, sefil ve çaresiz bir durumda kendilerine sahip çıkacak bir nefes beklemektedir. Bu felaketi yaşayanlar din, ırk ve mezhep farkı gözetmeden sadece insan oldukları için kendilerine uzanacak ellere ihtiyaç duymaktadır. İnsanlık onurunu ancak insan olanlar savunabilir. Bu göreve sahip çıkarak katkı sunmalıyız. Kendi mutluluk ve refahını başkalarının felaketi üzerine inşa edenleri insan olarak tanımlayamayız.

Yargı, insan onurunda doğan hasarları tedavi ederek onu huzura kavuşturan organlardır. Tüm vicdanların sustuğu yerde o cesaretle konuşarak gerçekleri ortaya çıkarır. Bu sonuç yargının onurudur. Bizler evrensel değerlere olan inancımızı bugün bir kez daha tekrarlamak üzere buradayız. Hangi kutsal değer adına yapılırsa yapılsın, insanlık onuruna yapılan saldırıyı asla onaylamıyoruz. Dinsel, ırksal ve ulusal çıkar hesaplarının dışında kalmak zorundayız. Çünkü insanlık onurunu koruma ve kollamanın sınırı olamaz.

Uluslararası örgütlerin, bölgesel çıkar hesapları nedeniyle dünyanın değişik bölgelerinde devam eden çatışmalarda ortaya çıkan insanlık suçlarına karşı sessiz kalmaları düşündürücü ve kaygı vericidir. Bu tavır uluslararası kuruluşlara olan güveni derinden sarsmakta ve geleceğe ilişkin hesapların yeniden yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Ulusal ya da bölgesel çıkar hesaplarının arkasına saklanarak demokrasiyi ve dünya barışını yaşatmak mümkün değildir.

Hiçbir hesap yapmadan demokrasinin çoğulcu, özgürlükçü, sevgi, barış, uzlaşma ve müzakere gücünü kullanarak dünya barışına destek vermek birinci görevimizdir. Bugün Kazakistan’dan bu mesajı bir kez daha dünya ya duyurmalıyız. İnsanlığın ortak paydası olan evrensel değerlere bağlılığımızı ve inancımızı daha güçlü seslendirmeliyiz.

Bizler bütün dünyayı vatanımız, bütün insanları da vatandaşlarımız olarak gören bir anlayışın sahipleri olmadıkça insanlık onurunu koruyamayız. Bu anlayışla denetleyici bir küresel vicdanın oluşması zorunluluğu açıktır. Aksi halde, dünya hak ihlalleri sonunda oluşan zalimliğin küreselleşmesi sonucunu yaşayacaktır.

Anayasa Mahkemelerinin onarıcı, düzeltici ve tedavi edici gücünü kullanarak insanlık onurunu yücelteceğine ve dünya barışına önemli lojistik destek sağlayacağına olan inancımı belirterek, Kazakistan Anayasa Gününü kutluyor, dikkatleriniz için hepinize teşekkür ediyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
30/05/2013

Saygı Değer Konuklar,

Basınımızın Değerli Mensupları

Ülkemizin değerli işadamlarının oluşturduğu Türkiye Sanayici ve İş adamları Derneğinin Yüksek İstişare Konseyi toplantısında aranızda bulunmaktan duyduğum mutluluğu belirtirken, Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak düşüncelerimi bu platformda anlatma fırsatı veren TUSİAD’ın değerli Başkan ve yöneticilerine teşekkürlerimi sunuyor, siz değerli konuklarımıza saygı ve sevgiyle konuşmak istiyorum.

Olağanüstü koşullarda yaşamayı alışkanlık haline getirdiğimiz hayatın yeni bir sürecinde birlikteyiz. Bu olağanüstü yaşam koşullarını olumsuz anlamda ifade etmiyorum. Yeni bir Anayasa yapma heyecanının dorukta olduğu bir dönemle, bizim kuşağın Üniversite yıllarında tanıştığı terörü sona erdirme gayretlerinin, toplumda oluşturduğu umudu ve olumlu iklimi görmemezlikten gelemeyiz. Son yıllarda yakalanan siyasi istikrarla, değerli iş adamlarımızın her türlü övgüyü hak eden gayretlerinin buluşması ülkemizin ekonomik, sosyal ve siyasal alanda önemli sonuçlar almasını beraberinde getirmiştir. Bu olumlu gelişmeleri ifade ederken sorunlarımızın olmadığını söylemiyorum. Dünyanın en önemli jeopolitik bölgesinde yer alan, yetmiş altı milyonluk bu büyük ülkenin, sorunlarının olması kadar doğal bir şey olamaz. Birlikte yaşama iradesi var oldukça, demokrasinin imkanları kullanılarak sorunlarımızı çözmek zor olmayacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin doksan yıllık ömrünü incelediğimizde sosyal, siyasal ve ekonomik alanda çok zor dönemler geçirmemize rağmen, geldiğimiz nokta geleceğe umutla bakmamızı haklı kılıyor.

Hukuk devleti anlayışı ve demokratik değerlerle beslenen bir devletin, yolu her zaman açıktır. İki dünya savaşına ev sahipliği yapmış Avrupa’nın, geçmişte yaşadıkları ve bugün geldikleri seviye çok önemli mesajlar vermektedir. Dünyada dini, etnik ve sınıf savaşlarının en yoğun yaşandığı bölge olan Avrupa komünizm ve faşizm gibi totaliter rejimlerden, demokrasi ve hukuk devleti mücadelesini vererek kurtuldu.

Bu sebeple demokratik değerleri ve hukuk devleti anlayışının gereklerini, tekrarda olsa konuşmak zorundayız.

Değerli Konuklar,

Yeni bir Anayasa yapım sürecini hep beraber yaşıyor ve yakından takip ediyoruz. Zaman zaman umutsuzluğa kapılsak da bekleyişimiz son ana kadar devam etmelidir. Sürecin hazırlık aşaması oldukça başarılı geçmiş, sivil toplum örgütlerimiz başta olmak üzere çeşitli kurum, kuruluş, tüzel kişilikler ve gerçek kişiler önemli lojistik destek sağlayarak, Anayasa uzlaşma komisyonunun havuzuna çok zengin görüş ve düşünceler aktarmışlardır.

Ancak, siyasi partilerimizin tartışılmasını dahi istemedikleri kırmızı çizgili öneriler, sürecin oldukça yavaşlamasına neden olmuştur. Müzakere imkanlarını zorlayarak yeni öneri, ve çözümler getirilmedikçe sürecin devamı tehlikeye girecektir. Toplumda yeni bir Anayasa konusunda ortaya çıkan bu güçlü irade ve isteğin karşılıksız kalmasının yaratacağı travma, anayasal sorunlara karşı ilgi ve duyarlılığı son derece azaltacaktır. Kendi doğruları dışında öteki önerilere kapıları kapatmak, siyaset kurumlarının anayasayı değiştirme konusundaki samimiyetlerini de sorgular hale getirir. Toplumsal değer ve anlayışların hızla değiştiği dünyamızda çözümsüzlükte direnmek, taraflara olan sempati ve ilgiyi azaltacaktır. Siyaset bilimcileri, siyaseti sorunlara çözüm bulma sanatı olarak tarif ederler. Bu nedenle, hayatın içine giremeyen, onun pratiklerini anlayamayan siyaset kurumları, çözüm üretemeyeceğinden siyasi kayıtlardan da çabuk düşülür. Önemli olan, yapılacak anayasanın, yüksek bir katılımla kabulünü sağlayacak, ortak projelerin üzerinde yoğunlaşmaktır. Toplumu, çoğunluğun veya azınlığın dayatmaları ile karşı karşıya bırakmak, gerilimi arttıracağı gibi, diyalogların kopmasına ve sorunların daha da derinleşmesine neden olacağı açıktır. Müzakere yapılmaması, yeni öneri üretilmemesi, çoğulcu bir zeminde oluşacak uzlaşma yerine, çoğunluğun istekleri yönünde, meşruiyet zemini daralmış yeni birliktelikler doğuracaktır. Demokratik bir sistemde bu oluşumlar da şüphesiz geçerlidir. Ancak, bu yol özlenen ve temenni edilen geniş tabanlı bir yöntem olmadığından, tartışmaları dindirmeyecektir. Sonuçta, toplumun bir bölümüne, anayasal sürece katılma onurundan yoksun bırakıldığı hissi yaşatılacaktır. Bu dışlanmışlık hissinin de toplum barışını olumsuz etkileyeceği kuşkusuzdur. Azınlıkta kalan kesimlerin temel haklarının da sayısal üstünlüklere bakılmaksızın demokrasinin ve hukuk devletinin teminatı altında olduğu unutulmamalıdır.

Anayasa Mahkememizin kuruluşunun ellibirinci yıldönümünün kutlandığı 25 Nisan 2013 gününde yaptığım konuşmanın bir bölümünde “Anayasa yapım sürecinde rol alan sosyal ve siyasal kurumların, değişmemesi gereken tek kırmızı çizgilerinin insanlık onuru olması, bunu anayasanın felsefesine, ruhuna ve hükümlerine yansıtarak, gelecek kuşaklara değerli bir miras bırakılması” gerektiğini ifade etmiştim.

Bu düşünceye, Cumhuriyetin nitelikleri olan demokrasinin, laikliğin ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin gözardı edildiği gerekçesiyle bazı kesimlerin eleştirileri oldu. Değerli konuklar, o günde ifade ettim, bugünde bir kez daha yineliyorum. Anayasamızda yazılı olan Cumhuriyet’in ve ona bağlı niteliklerinin de tek amacı onurlu bir insan, onurlu bir millet ve onurlu bir devlet yaratmaktır. Bu amaç sebebiyledir ki Anayasamızda değiştirilemez kurallar olarak yerini almıştır. Uzlaşma Komisyonunda da hiçbir partinin bu ilkelerin değiştirilmesi yolunda öneride bulunmaması toplumumuzun geldiği aşamanın bilinçli bir tercihidir.

Ancak, yasamanın, yürütmenin ve özellikle de yargı organlarının, bazı kesimlere imtiyaz sağlayan yanlış anlayış ve uygulamaları ciddi sorunların yaşanmasına yol açmıştır. Oysa, belirtilen değerler, toplumdaki tüm farklılıkları barış için de bir arada yaşatan, insan onuruna güvenli bir alan sağlayan ve sorun çözme niteliği oldukça yüksek anayasal ilkelerdir. Ne yazık ki uygulamadaki belirtilen yanlışlıklar, tam tersine toplumda ayrışmanın ve kutuplaşmanın kaynağı olmuştur. Sosyal, siyasal ve ekonomik alanda meydana gelen hızlı değişim ve gelişim süreci, toplumun evrensel yorum ve anlayışlarla tanışmasını sağladı. Hızla gelişen teknolojik süreç bu imkanların daha etkin kullanılmasına yol açtı. Dünyadaki hak ihlallerinin yoğunluğu, evrensel dil’in ve evrensel bir vicdanın doğmasına imkan vermekle kalmadı, hak ve özgürlükleri denetleyen, takip eden uluslararası kuruluşların ve birlikteliklerin oluşmasına zemin hazırladı.

Yeni anayasanın odak noktasını oluşturacak “insanlık onuru” Anayasa’nın tüm hükümlerinin rafine edilmiş özetidir. Bu mutlak varlık esas alınması, anayasal ilkelerin yorumunda ve çağın baş döndürücü değişimleri sonucu ortaya çıkan sorunların çözümünde, anayasa değişikliklerine ihtiyaç duyurmadan kaynak olabilecek tek değerdir. Bu kavram, içinde barındırdığı temel hak ve özgürlükler, adalet ve barış gibi üç ana ilke üzerinde yücelmektedir.

Düşünceyi ifade, dini inanç ve kanaat özgürlükleri ile mülkiyet hakkı, kişilerin doğuştan sahip olduğu devredilemez, özü zedelenemez, örselenemez en temel değerler olup, insanlık onuru da bu değerlerin yaşadığı anarahmidir. En zorlu toplumsal çatışmalar, belirtilen özgürlüklerin sınırlarında cereyan etmektedir. Bu önemi nedeniyle yeni bir anayasa’da özgürlüklerin sınırları, keyfi yorumları dışlayacak biçimde açık ve net olarak belirtilmelidir. Ayrıca, her konu anayasaya taşınmadan anayasayı yorumlayacak olan kurumlara özgürlük alanını genişletecek uygulama imkanı verilmelidir.

Değerli konuklar, insan olma şerefi, onun neyi düşüneceğine, neye inanacağına, ya da nasıl bir hayat tarzını seçeceğine kendisinin karar vermesini zorunlu kılar. Kamu gücünün, bireysel tercihleri sorguladığı dönemler, hatırlanmak istenmeyen karanlık dönemlerdir. Farklı olmak bir haktır ve bu hak demokrasilerden önce yaratıcı tarafından insanlara bahşedilmiş üstün bir değerdir. Kâinatın yaratılma amacı tamda budur. İnsan aklı bunu demokrasiyle tanımladı ve çoğulcu, katılımcı, hoşgörücü ve müzakereci nitelikleriyle toplumu barış içinde yaşatabilmenin tekniklerini ortaya koyarak, evrensel doğrular üretti. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi, farklılıkları kendi varlığının teminatı olarak gördü. Ve onlarla iyi geçinerek ötekileştirmeden birlikte, dostça yaşamaya ikna etti. Yapılacak şey açıktır. Düşünceyi ifade ve dini inanç ve kanaat özgürlükleri başta olmak üzere, temel hakların önündeki evrensel uygulamalarla örtüşmeyen engeller, Devletin onarıcı ve düzeltici anlayışı ışığında yapılacak düzenlemelerle ortadan kaldırılmalıdır. Özellikle de yargı organlarının, Anayasanın 90. maddesi gereğince yapması gereken evrensel değerlendirmelerle bu engelleri aşma zorunluluğu vardır.

Bütün bunlar eşit, özgür ve onurlu insanların yaşadığı onurlu bir devleti oluşturmak içindir.

Değerli konuklar,

İnsanların onurlu bir hayat yaşayabilmesi için hukuk devleti anlayışının hâkim olduğu bir devlete ihtiyacı vardır. Evrensel ilkelerin ağırlıklı olarak uygulandığı, tüm eylem ve işlemlerin yargı denetimine tabi tutulduğu, insan haklarına dayanan, hukukun üstünlüğünün ve anayasanın mutlak egemenliğinin var olduğu bir devlet, hukuk devleti olarak tanımlanmaktadır. Onu, hukukun üstünlüğüne boyun büken devlet olarak da tanımlamak mümkündür. Hukuksal güvenlik, öngörülebilirlik, açıklık, şeffaflık hukuk devletinin en temel özellikleridir. Adalet sisteminin topluma sunduğu hizmetin bir sonucu olan “hukuk güvenliği seviyesi” hukuk devleti niteliğinin değişmez ölçüsüdür. Zira hukuk güvenliği, her türlü keyfiliğin karşısında duran bir teminat olarak görülmektedir. Aslında, hukuk devletinin toplumun değerleri ile kavga etmesi düşünülemez. Çünkü, bu değerlerin bir taraftan koruyucusu, diğer taraftan yok edicisi olamaz. Hukuk devletinin odağında esas itibariyle iktidarın sınırlandırılması vardır. Kamu gücü kullananlar da tıpkı vatandaşlar gibi, hukuksal ilkelerle kuşatılmıştır. Böylece, insanların hak ve özgürlükleri güvence altına alınmakta, adil bir hukuk düzeninde onurlu yaşam sürdürülmüş olmaktadır. Her türlü kaygı ve endişeden uzak bu yaşamın asıl güvencesi, bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemidir. Bu nedenle hukuk devletinin merkezindeki figürü ve anahtar kişisi yargıçlardır, mahkemelerdir.

Hukuk devletinde mahkemeler, emir ve talimatla çalışmadığı gibi, dostluk ve husumet duyguları ile de yönlendirilemez. Yargıç iç ve dış dünyasından gelen hukuk dışı etkilere karşı kayıtsız olmak zorundadır. Öznel inançlarını, siyasi görüşlerini ve ideolojik yapılarını kararlarına taşıyan yargıcın tarafsızlık sorunu var demektir. Böyleleri, yargı güvencesini topluma hissettiremezler. Bize yakın, yada ötekine yakın, hakim ve mahkeme ayrımının söyleme dönüşmesi, hukuk devletine verilebilecek en kötü haberdir. Oysa yargıç, verdiği kararlarıyla öncelikle mağduru, daha sonra toplum vicdanını ve arkasından sanığında vicdanını rahatlatmak zorundadır. Mahkemeler zor zamanlarda ve zor davalarda, hukuku ve vicdani kanaatini, dış dünyadan gelecek baskılarla, iç dünyasındaki öznel duygularına boğdurmadan kararını verebilme direncini ve hukuk ahlakını sergileyebilirse, hukuk devletinin varlığından sözedilebilir. Zor davalar yargıç vicdanının sınav zamanıdır. Sıradan, günlük ve rutin davalar yargıcın tarafsızlığının ölçülebileceği sınavlar olamaz. Aslında tarafsızlık, hakimin vicdanının özgürleşmesine bağlıdır. Her hak ihlali insan onurunda açılmış bir yara ise, bu yarayı iyileştirecek olanda vicdanı özgür yargıçlardır.

Değerli dostlar,

Yargının geçmişteki siciline baktığımızda hak ihlallerini ortadan kaldırma yerine, doğrudan bu ihlallerin sebebi olduğunu söylemek çok da abartılı bir tesbit olmayacaktır. Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, gerekse Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvurulara bakılacak olursa, bu gerçeği net bir şekilde görebiliriz.

Adil yargılanma hakkı konusundaki bu değerlendirmelerden sonra, özellikle Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararların, toplumda yarattığı siyasi, sosyal ve ekonomik sonuçlarının üzerinde bazı değerlendirmeler yapılması zorunluluğu vardır. Kurumlar özeleştirisini yapma cesaretini gösterebilmelidir. Bunu yapamadığımız takdirde, kurumların kendini yenilemesi ve geliştirmesi sürekli biçimde ötelenir. Bu tesbit sadece devlet kurumları için değil, sivil dünyanın siyasal, sosyal ve ekonomik kurumları içinde geçerlidir. Yaşatılan travmaların, demokratik hayata ve hukuk devleti anlayışına olan olumsuz etkilerinin bilançosunu çıkartmak zorundayız. Kuşkusuz, Anayasa’ya yada yasalara yazılacak olanlar çok önemlidir. Ancak, bundan da önemlisi, yazılanları uygulayacak olanların ne anladığıdır. Sorunların temel kaynağı Yasama, Yürütme ve Yargı dünyasının kuralları uygulamaları sırasındasebep oldukları hak ihlâlleridir. Bu ihlallerin sonuçları ve toplumsal karşılığı önemsenmelidir. Yargının uygulama sırasında sebep olduğu sorunları gidermek amacıyla, son yıllarda gelişen paket kanun çıkartma alışkanlığı da, uygulamalardaki yapılan yanlışlıkları kabule zorunlu kılıyor.

Geçmişte Siyasi Partilerin kapatılması için açılan davalar da, Anayasa Mahkemesi’nin ortaya koyduğu iradeye, çağdaş bir hukuk devletinde yer bulmak mümkün değildir. Kapatma davası açmakla korkutanlar, ya da açanlar, kapatanlar, kapattıranlar, Türkiye’nin geldiği noktayı iyi analiz etmelidir. Kapatma ve yasaklar bu korkulardan kurtulmaya yetmemiştir. Tam aksine yasaklar yaşatılan kesimler daha da güçlenmekle kalmamış, verilen kararlarla toplum kesimleri arasındaki çatlağın derinleşmesine katkı sunulmuştur. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve lâiklik ilkelerine yüklenen çağ dışı anlayışların, bugünkü tabloyu ortaya çıkardığını cesaretle söyleme erdemini göstermeliyiz. Hukuk devletinin vaadettiği özgürlüklerden mezar sessizliğini anlamıyoruz. Bilakis, demokratik sistemin çoğulcu ve katılımcı nitelikleri “ farklılıkların sesli yaşamasını” zorunlu kılıyor. Demokratik sistem yalnızca ilgi uyandırmayan, tedirgin etmeyen düşüncelere değil, tersine, toplumu inciten, sarsan görüşlerin sergilenmesine izin verdiği için rejimlerin en yüreklisi olarak tarif edilmiştir. Bu seslerin sınırı terör, baskı, şiddet ve hakaret yolunu seçmemektir. Bu sınırlar içinde kalan sesler, demokratik hukuk devletinin bağışıklık sistemini güçlendireceği gibi farklılıkların bir arada yaşama iradesini de olumlu şekilde etkileyecektir.

Adil bir hukuk devletinin dönüştürücü gücünü, demokrasinin uzlaşma ve barış diliyle buluşturarak sorunların çözülmesini hızlandırmak artık zor değildir.

Toplum, dünya ile bütünleşme yolunda hızla ilerlerken, küresel rekabet siyasal hayatta ekonominin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Ekonomik gelişim, alt yapı yatırımlarını hızlandırdı. Kişi başına artan milli gelir ile birlikte iş, hizmet ve finans sektörlerinde dünyaya açılım sağlanması, insanımızın küresel gerçekleri okumasını, bireyselleşmesini ve estetik kaygılara önem veren bir davranış kültürü geliştirmesini sağladı. Bu gerçek, yaşamın ve bilginin gücünden beslenen özgürlük taleplerinin gündeme taşınmasına yol açmış, böylece toplum aklını kullanma cesaretini göstermeye başlamıştır.

Ekonominin ve hukukun küreselleştiği bir dünyada Türkiye olması gereken yerde konuşlanmaya başlamıştır. Bugün farklı bir noktadayız. Genişleyen hak ve özgürlük alanlarının da etkisiyle ekonomik gelişim, farklılıkları politik kimliklere dönüştürmüş ve toplumu daha çok özgürlük talep eder hale getirmiştir. Dünya gerçekleriyle bu talepleri karşılaştırdığımızda devletin, hareket kabiliyeti yüksek, güçlü, çabuk, etkili ekonomik ve sosyal politikalarla yönetilmesini zorunlu kılmaktadır. Siyasi istikrarı sağlanmış, hukuk güvenliğinin tam olarak yaşandığı bir Türkiye’de işadamlarımızın aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Devletin artık doğrudan ekonomik hayatın içinde olması dönemini geride bıraktık. Anayasamızda da ifadesini bulan devletin denetim ve gözetim görevi, asli unsur haline gelmiştir. Geçmişte yargı organlarının, ekonomik ve sosyal konularda aldığı kararların, olumlu ve olumsuz sonuçları inkar edilemez. Özelleştirme konusunda sergilenen engelleme ve devletçi anlayış, gecikmelere ve yüksek maddi kayıplara yol açmıştır. Yargının içtihatlarıyla çok rahat aşması gereken ekonomik konular bile, maalesef Anayasa’da yapılan değişikliklerle çözüm yoluna gidilmiştir. Yeri gelmişken Anayasa Mahkemesinin gerek özelleştirme, gerekse yabancılara mülk satışıyla ilgili kanunlar hakkında verdiği iptal kararlarında, karşılıklılık (mütekabiliyet) ilkesine uyulmamasını gerekçe olarak göstermesi, nedeniyle ülkenin çok önemli ekonomik kayıplara sebeb olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ancak, Anayasa Mahkemesi anayasada dayanağı bulunmayan karşılıklılık ilkesine uyma zorunluluğunu yeni kararlarında kabul etmediğinden sorun kalmamıştır.

Çok değerli konuklar;

Yeni anayasa yapım sürecinde en çok konuşulan ve tartışılan konulardan birisi de, hükümet sisteminin nasıl olacağı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Hükümet sistemleri yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki olması gereken kuvvetler ayrılığı ilkesiyle yakından ilgilidir.

Güçler ayrılığı fikrinin amacı, temel hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır. Bu fikir, yasama, yürütme ve yargı erklerinin aynı elde toplanmasının, özgürlükler açısından büyük bir tehdit oluşturduğu varsayımına dayanır.

Nitekim, modern güçler ayrılığının teorisyeni olan Fransız düşünür Montesquie, meşhur “Kanunlar’ın Ruhu” adlı eserinde şöyle der: “Yasama ve yürütme erkleri, aynı kişi ya da organda toplandığı zaman özgürlük olamaz… Aynı şekilde yargı, yasama ve yürütmeden ayrılmadığı zaman da özgürlük olamaz… Eğer bir kişi ya da organ, bu üç erki yani yasa yapma, uygulama ve yargılama erklerini kendinde toplarsa, işte bu her şeyin sonu demektir.”

Bu nedenle, modern demokratik anayasal düzenlemelerin temelinde güçler ayrılığı vardır. Zira, anayasal demokrasi siyasi iktidarın doğası konusunda, çok iyimser değildir. “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” sözünün geçerliliği tarihsel olarak ispatlanmıştır. Gücün bu yozlaştırıcı ve tabir yerindeyse baştan çıkarıcı doğası, onun sınırlandırılması zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu durum yeni değildir. 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesinde “kuvvetler ayrılığının düzenlenmediği bir toplumda Anayasa yoktur.” denilmektedir. Aslında özgürlüklere tehdit oluşturması bakımından, bir kişinin sınırsız iktidarı ile çoğunluğun sınırsız iktidarı arasında özde bir fark yoktur.

Türkiye tercihini Parlamenter sistemden yana kullanarak, bu güne kadar yoluna devam etti. Ancak, yürütme organının parlamento üzerindeki vesayet sorununu çözmüş değildir. Yeni anayasa çalışmalarında gündeme gelen başkanlık sisteminin de bu sorunu çözmek için güçlü, istikrarlı bir yürütme organını tesis etmek amacıyla önerildiği açıklamalardan anlaşılmaktadır. Hangi sistemin isabetli olduğu konusunda yorum yapmak konumumuz gereğince bizlere düşmez. Bu yetki, halkın vekaletini teslim ettiği Parlamento’nun takdir alanı içindedir.

Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin, siyasi bir belge olan anayasa ya dayanarak, yine siyasi bir ürün olan kanunların uygunluk denetimini yapıyor olması, onun anayasal projeler ya da sorunlar karşısında kayıtsız kalması gerektiği sonucunu doğurmaz. Önemli olan “yerindeliğin takdir edilmesi” gibi bir yanlışlığın yapılmamasıdır.

1982 Anayasası ile yetkileri oldukça arttırılmış bir Cumhurbaşkanlığının öngörülmesi, parlamenter sistemden sapma olarak nitelendirilmektedir. Sorunlar ortaya çıktıkça, anayasa değişikliği ile çözme alışkanlığımızın bir sonucu olarak, 2007 yılında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin kabul edilmesi sonunda Parlamenter sistemden biraz daha uzaklaşıldı. Aslında sorun, Cumhurbaşkanını seçim yönteminden ziyade, sahip olduğu aşırı yetkilerin çift başlı bir yönetim doğuracağı kaygısından kaynaklanmaktadır. Böylece, bölünmüş bir yürütme gücünün siyasi istikrarsızlık sonucunu doğuracağı endişesi ağırlık taşımaktadır. Bu sisteme bazı eklemeler veya çıkarmalar yaparak söz konusu endişeleri giderme çabaları yeni sorunların doğmasına sebep olabilir. Nitekim, 1982 yılında kişiye dönük özel tasarım sonucu Cumhurbaşkanlığını ortaya çıkaran Anayasamız, sorun kaynağı olmaya devam ediyor. Toplumsal projelerimizi, ilkesel baz da kurgulayarak, yolumuza devam etmek, halkımızı aydınlığa ulaştıracak en sağlıklı yoldur.

Amaç, kesin sınırlarla birbirinden ayrılarak güçlü, istikrarlı bir yönetim oluşturmak ve bireylerin hak ve özgürlüklerinin teminat altına alındığı güvenli bir hukuk devleti oluşturmaksa, bu iyi niyetin toplumda her zaman karşılığı vardır.

Bu hedefi gerçekleştirmek için toplumun sosyolojik analizinin çok iyi yapılması gerekir. Ülkede yaşanan uzlaşma ve hoşgörü kültürü, radikal söylemlerin taraflar üzerinde yarattığı yüksek iman ve inatçılık ruhu, etnik, dinsel ve mezhepsel konulardaki farklılıkların derinlik ve keskinliği, demokratik kazanımlar, seçim sistemlerinin etkileri, siyasal partilerin ihtiyaç duyduğu disiplin anlayışı, tercih edilecek hükümet sisteminin başarısı üzerinde doğrudan etkili olacak sosyal gerçeklerdir.

Siyaset kurumlarımızın tabi olduğu Seçim sistemi ile Siyasi Partiler Kanunundaki yetersizlikler hükümet sistemi arayışlarını zorlamaktadır. Yeni anayasa projesinin olumsuz sonuçlanması durumunda, belirtilen kanunlarda yapılacak değişikliklerle kuvvetlerin ayrılmasını olumlu şekilde etkileyecek çözümler vardır ve kullanılmalıdır.

Güçler arasında olması gereken “ denetim ve denge sistemi” yaşamsal öneme sahiptir. Hükümet sistemlerinin türü ne olursa olsun, yargı gücünün diğer organlar karşısındaki bağımsızlığı olmazsa olmaz gerekliliktir. Bağımsızlık ve tarafsızlık sorunu olmayan güçlü bir yargı organının, hükümet sistemlerinin başarı şansını çok yükselttiğini, uygulanan çağdaş sistemlerde görebiliriz.

Yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki kuvvetler ayrılığı yanında, muhalefet partilerinin iktidarları sıkıştırma gücü veya kendisine oy verenlere hissettireceği iktidar umudu ve bunun doğuracağı rekabet, hükümet sistemlerinin sağlıklı işlemesini ve demokratik hukuk devleti anlayışının güçlenmesini sağlayacaktır. Aksi durumda, dengeleyici muhalefet gücünün yetersizliği sonunda doğacak boşluk, iktidar güçlerinin otoriterleşme eğilimlerini teşvik edecektir. Parlamento’nun yürütme organına bütçeyle verdiği, gelirlerin toplanması ve giderlerin yapılması yetkisinin, Sayıştay tarafından çağdaş tekniklerle denetim altına alınması, kuvvetlerin denetim ve denge sisteminin temel dinamiklerinden birisidir. Güçler ayrılığı ilkesi ile elde edilmek istenen sonuçların oluşmasında, bu dinamiklerin gözardı edilmesinin ciddi kayıplara yol açacağı açıktır.

Temsil esaslı demokrasiden, referandum esaslı demokrasiye doğru, güçlü bir eğilimin yaşandığı günümüz dünyasında, önemli sorunların çözümünde sık sık halka başvurularak, siyasi krizlerin çözümünde yardım alınması, halkın kuvvetler üzerinde doğrudan denetiminin hayata geçmesini sağlamış olacaktır.

Saygı değer konuklar,

Türkiye çok partili döneme geçtikten sonra, siyaset kurumlarının iktidara gelmek için kullandığı yöntemlerin, toplumun ruh dünyasında olumsuz izler bıraktığını söylemek yanlış olmayacaktır. 1961 darbesinden sonra “korku temeline” oturan siyasi hayat, 1980 darbesiyle karşılaşmaktan kurtulamadı. Kurulan parlamenter rejim, her dönemde kendisini yok edecek sanal korkular üreterek, ayakta kalmaya çalışmış, böylece güçlü bir siyaset kültürünün oluşmasına imkan verilmemiştir. Daha sonra ve halen de geçerliliğini sürdüren “gerilim yöntemleri”, siyasi hayatı şekillendirmeye başlamış ancak, yaşanan etnik, dinsel ve ekonomik sorunların çözümünü olumsuz şekilde etkilemiştir. Gerilimin beslediği inatçılık ruhu, insanları taraf olmaya zorlamakta, yanlış da olsa, mahallesinin doğrularını inatla savunmaya mecbur bırakmaktadır. Sorunlara yada önerilen çözümlere, heyecan verici tavırlarla meydan okumak taraftar bağlılığını güçlendirmekte ancak, ilgililerin biraraya gelerek diyalog ve uzlaşma iradelerini zayıflatmaktadır. Gerilim, öfkeyi, öfke de nefret söylemini beslerken, diyalog ve uzlaşma zeminini kaybediyoruz. Nefret ve çıkar kültürünün sarmalından toplumun ruh dünyası zarar görmektedir. İşte bunun sonucu olarak Türkiye çapında açılmış derdest ikiyüzbin civarındaki sadece hakaret davaları bile tehlikenin boyutlarını göstermeye yetmektedir. Sokakta, meydanlarda, okulda, stadlarda, eğlence yerlerinde, trafikte, medya da, televizyon programlarında hakim olan şiddet ve gerilim, geleceğin Türkiye’sinin en önemli potansiyel tehlikesidir. Toplumu, için için yakan nefret söylemlerinin kaynaklarını kurutmak zorundayız. Pozitif hukuk kurallarının bu iklimi yalnız başına değiştirmeye gücü yetmiyor, yetmezde Sevgi, hoşgörü, merhamet, güven ve vicdani tepki gibi insani ve ahlâki değerlerden destek almak kuralların gücünü artıracaktır. Demokrasinin uzlaşma ve diyalog imkanlarını ancak bu değerlerle hayata geçirebiliriz.

Bireyler, hukuk devletinin sağladığı güvenlik sayesinde, her türlü korku ve endişeden arınarak, insan onuruna sağlanan “özerk” bir alanda hayatını devam ettirir. Özerk alan içindeki hayat tarzlarına yapılan müdahalenin yarattığı hak ihlalleri insan onurunda kapanmayan yaralar açmıştır. Siyasi ve sosyal tarihimiz, etkileri yıllarca sürmekte olan anlamsız, gereksiz, sonuç doğurmayan, hayali korku ve endişe yüklü düşüncelerle toplumun bazı kesimlerinin hayat tarzlarına yapılan müdahalelerin izleriyle doludur. Bunlara yeni halkalar eklemek yorgun vicdanları daha da yoruyor. Toplum vicdanı ikna edilmeden atılan adımlar, demokratik hukuk devletinin sicilini bozmaktan başka bir sonuç doğurmuyor. Bu gerçeklerden ders almadan kamu gücünü kullananların, sınırları belirsiz tasarruflarla hak ihlâline sebeb olması kabul edilemez. Başkalarının haklarına sahip çıkmak bir insanlık erdemidir. Katılmasak da, hakkı ihlal edilen insanların yükünü paylaşmak onurlu insan refleksinin doğal bir sonucudur.

Değerli konuklar

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde yürüdüğümüz sürece sorunlardan yılmanın, korkmanın anlamsızlığı açıktır. Dile getirilen olumsuzluklara rağmen geleceğe umutla baktığımı ifade etmek istiyorum. Yasamanın, yürütmenin ve yargının özverili gayret ve çalışmaları, özel teşebbüsün ekonomik ve sosyal alandaki gücü ile birleştiği zaman gerçek bir demokratik hukuk devleti idealinin yolu açıktır. Türkiye’de artık ülkeyi kurtarma çağrısı yapılan kurum ve kişiler dönemi kapanmış, sorunların demokratik yol ve yöntemlerle çözüldüğü bir dönem başlamıştır. Kalkınma ve ekonomik gelişme, adalet ve hakkaniyete dayalı siyasal bir düzenin kurulmasına katkı yaptığı ölçüde, her türlü övgü ve saygıyı hak edecektir. Büyük devlet olma ideali bu toprakların insanı için bir tercihten ziyade kaderdir. Miras aldığımız tarih ve içinde yaşadığımız coğrafya, bizi hem bölgemizde hem de dünyada kurucu aktör olmaya zorluyor. Herkesin bu görevde rol alması umudu ve temennisiyle sözlerime son verirken sabrınız için en kalbi duygularla şükranlarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
25/04/2013

Sayın Cumhurbaşkanım,

Asya Anayasa Mahkemeleri Birliğine Üye Ülkelerin sayın Başkan ve Üyeleri,

Değerli misafirler,

Anayasa yargısı alanında hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak, hukuk devleti ilkelerini toplumda egemen kılmak amacıyla görev yapan T.C. Anayasa Mahkemesi’nin 51. ci kuruluş yıldönümü etkinlikleri ile mahkememize yeni seçilen üyemizin yemin törenine katılarak sevincimizi paylaşmanızdan dolayı başta siz olmak üzere, ülke dışından gelen mahkeme başkanları ile beraberindeki heyet üyelerine ve tüm konuklarımıza Mahkememiz adına şükranlarımı sunuyor hoş geldiniz diyorum.

Bugün and içerek görevine başlayan değerli meslektaşımıza başarı, sağlık ve esenlik dileklerimizi bildiriyor, ileri bir demokrasi ve hukuk devleti anlayışını zenginleştireceğine olan inancımızı belirtmek istiyorum. Hukukçu kimliğiyle yıllarca sürdürdüğü üst düzey kamu görevlerinde elde ettiği birikimlerin bunu sağlamaya yeterli olduğu görülmektedir. Anayasa’nın, evrensel ilkelerin ve yasaların şekillendireceği vicdani kanaati dışında, hiçbir etki ve baskı altında kalmadan onurlu ve sorumluluk isteyen bu yüce görevi yerine getirecekleri kuşkusuzdur. Daha aydınlık bir Türkiye için buna ihtiyacımız var. Sayın Kuz’a başarı dileklerimi yinelerken yolunun açık olmasını diliyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

2012 yılı içinde Güney Kore’nin başkenti Seul’de Asya Anayasa Mahkemeleri Birliği açılış kongresi yapıldı. Rusya, Türkiye, Endonezya, Pakistan, Filipinler, Özbekistan, Kazakistan, Malezya, Moğalistan, Tacikistan ve Tayland Asıl Üye olarak katılmış ve konferansın sonunda iki yıl sürecek Başkanlık görevini Türk Anayasa Mahkemesinin üstlenmesi oy birliğiyle kabul edilmiştir. Bu yıl hazırlık toplantısını, gelecek yıl ise ikinci kongresini İstanbul’da gerçekleştirmek üzere birlikte olacağız.

Türkiye, Asya ve Avrupa kıt’asında olması nedeniyle aynı zamanda Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansına da üyedir. Venedik Komisyonu öncülüğünde oluşmakta olan Dünya Anayasa Yargısı Konferansına da Mart ayı içinde üyelik başvurumuzu yaptık.

Türk Anayasa Mahkemesi elli yıllık tecrübesi ve birikimi ile bu örgütler içinde etkili biçimde yer almaya devam edecektir. Ayrıca, Mahkeme olarak bugüne kadar 15 ülkeyle ikili işbirliği protokolleri imzalamak suretiyle yoğun bir uluslararası diyalog sürecini başlatmış bulunuyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Uluslararası boyutlarını kısaca özetlediğim bu çalışmalar hakkında bilgi arzetmemin sebebi gayet açıktır. Dünyada kurulu Anayasa Mahkemelerinin asli ve ortak görevleri ırk, renk, din ve inancı ne olursa olsun, insan olma ortak paydasına sahip olan herkesin doğuştan varlığına inandığımız “insanlık onurunu” korumak ve gözetmektir. Esasen bu değeri korumak yasama ve yürütme organlarının birinci görevi olup yargı, son tahlilde varsa bir ihlal bunu ortadan kaldıran güçtür.

Biz, insanlık onurunun güçlü bir kaynak olduğuna inananlardanız. Bu kaynak, insanlık tarihinin en başından bugüne kadar siyaseti, ekonomiyi, sosyal hayatı ve kültürleri derinden etkilemiştir. Temel hak ve özgürlüklerle, adalet duygusunu içinde barındıran insanlık onuru, yaratıcıdan iz ve işaretler taşıması nedeniyle de ilahi dinler başta olmak üzere tüm inanç sistemlerinin ve medeniyetlerin de koruması altına alınmış en yüce değerdir. Dünyadaki yazılı anayasa metinleri incelendiğinde doğrudan ya da dolaylı olarak daha ilk maddelerinde insanlık onurunun korunması ve kollanması teminat altına alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında devletin kimlik bilgisi kapsamında yerini alan Cumhuriyetin temel niteliklerinden demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti ilkeleri de bütünüyle “insanlık onurunu” yüceltmek amacına hizmet etmesi gereken temel değerlerimizdir. Belirtilen ilkeleri evrensel tanımlarından koparmadan yorumlamak bu korumanın başarı şansını yükseltecektir.

Kimliği, kişiliği, ünvanı ne olursa olsun, hak ve özgürlüğü ihlal edilen her bireyin insanlık onuru yara almış demektir. Bu ihlali giderme görevi son noktada yargıya emanet edilmiştir. Yargı bu görevini yerine getirirken belli bir ideolojiye mensup olanların hayat tarzlarını güvenceye almak için, ötekilerden özgürlükleri kaçırmaya çalışırsa ayakta kalma şansı yoktur. Adil olmayan bir yargı zülmediyordur. Selçuklu imparatorluğunun büyük devlet adamı Nizamül-mülk “devletler küfürle devam edebilir, ancak zulümle payidar olamaz” derken adil olamayan her davranışı zulüm olarak tanımlamıştır. Adil olmak herkes için gereklidir ancak, yargı mensupları için olmazsa olmaz gerekliliktir. Hakim’in vicdanına emanet edilen insanlık onurunu ancak adaletle yüceltebiliriz. Bu nedenledir ki, dünyadaki yargı kuruluşları belirtilen amacı gerçekleştirmek üzere güç birliği yapmaktadır. Hak ihlallerinin doğurduğu olumsuzluklar, küreselleşen dünyada sınırları aşarak uluslararası kurumların doğmasını ve ortak bir vicdan denetiminin varlığını zorunlu kılmıştır. Bu kapsamda Asya Anayasa Mahkemeleri Birliğinin de ortak paydamız olan insan onurunun yüceltilmesinde önemli katkılar sunacağına olan inancımı belirtmek istiyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile mahkememize görev olarak verilmiş olan “Bireysel Başvuru yolu” 23.9.2012 günü itibariyle uygulanmaya başlanmıştır. Avrupa Konseyi ile yaptığımız projeler kapsamında mahkeme üye ve raportörlerimiz çok yoğun bir hazırlık dönemi geçirmiş, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Anayasamızda belirlenen hak ve özgürlüklerin uyumlaştırılması konusunda, bir yılı aşkın süre içinde teorik ve uygulamalı çalışmalar yapılmıştır. Ocak 2013 tarihinde üyelerimizle birlikte yaptığımız ziyaret sonucunda Avrupa Mahkemesi ile güçlü bir diyalog kurulmuş, Türk Anayasa Mahkemesinin etkin bir denetim yapma konusundaki iradesi ortaya konularak, hak ihlallerinde yaşanan sorunların çözümü için gerekli projeler üzerinde görüşülmüştür. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ve Barolar Birliği ile yapılan ortaklaşa çalışmalarla hakim, savcı ve avukatlarımızın bireysel başvuru konusunda bilgilendirilmeleri için bölgesel toplantılara devam edilmektedir. Halkımızında görsel ve yazılı basın aracılığıyla bilgilendirilmesi süreci yoğun bir şekilde sürmektedir.

2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasına eklenen cümle ile temel haklarla ilgili uluslararası andlaşmalarla ulusal yasalar arasında aynı konuda çıkan uyuşmazlıklarda, uluslararası andlaşmaların esas alınacağına ilişkin değişiklik ve 2010 yılında Anayasanın 148. maddesinde öngörülen bireysel başvuru yolu, aynı amacı gerçekleştirmeye dönük devrim niteliğinde yapılan düzenlemelerdir. Yasama organının, hak ihlallerinin önlenmesi kapsamında ortaya koyduğu bu güçlü iradenin, yargı kuruluşlarınca yapılacak uygulamalarla desteklenmesi gerektiği açıktır. Her iki düzenleme birbirini tamamlamakta ve bireysel başvuru yolu 90. maddenin hayata geçirilmesi konusunda denetleyici bir fonksiyon üstlenmektedir. Temel haklarla ilgili evrensel anlayışlarla buluşma konusunda, etkin bir görev üstlenen Anayasa Mahkemesinin insan onurunu yüceltecek, özgürlük alanını genişletecek çalışma anlayışıyla hareket edeceğinden kimsenin kuşku duymaması gerektiğini belirtmek isterim. Yeni başlanan bu görevde gerekli içtihatlar ortaya çıkıncaya kadar, halkımızın sabrına ve anlayışına ihtiyacımız vardır. İlk başvurularda görülen ûsuli ve şekli eksikliklerin yoğunluğu nedeniyle işin esasına ilişkin kararların çıkmasında makûl bir sürenin geçmesinin zorunlu olduğu görülmektedir.

Bireysel başvurunun başladığı 23 Eylül 2012 tarihinden bugüne kadar, Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru sayısı 4042’dir. Konularına göre bir ayrım yapıldığında açılan davaların %75’ini adil yargılama konusundaki ihlâl iddiaları, kalan %25’lik bölümü ise, mülkiyet hakkı başta olmak üzere diğer haklara ilişkin şikayetler oluşturmaktadır. Bu sonuçlara bakıldığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan şikayetlerdeki çeşitlilik ile Anayasa Mahkemesine yapılan şikayet konuları arasında tam bir parelellik mevcuttur. Denilebilir ki, Anayasa Mahkemesine yapılan şikayetler sonucunda hak ihlaline ilişkin verilecek kararların en çok adil yargılanma konusunda gerçekleşeceğinin tahminini yapmak zor değildir.

Bireysel başvuru konusunda beklentilerin yüksek olduğunun farkındayız. Özellikle yargı teşkilatının yapısal sorunlarından kaynaklanan hak ihlallerinin, bireysel başvuru yoluyla kısa vadede ortadan kaldırılacağını düşünmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Son yıllarda yargı reformları kapsamında yapılan değişikliklerin, sorunların çözümü konusundaki olumlu etkilerini önemsiyoruz. Yıllarca biriken sorunların giderilmesi için yasamanın, yürütmenin ve yargı organlarının gösterdikleri samimi gayretler görmezlikten gelinemez. Ancak, Avrupa Mahkemesi ile Anayasa Mahkemesine yapılan başvurularda adil yargılanma konusundaki şikayetlerin ilk sırada yer alması, yargı sistemindeki yapısal sorunların çözümüne yönelik köklü değişikliklerin acilen yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Türkiye’nin yeni bir anayasa arayışı bütün ağırlığıyla gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Aslında bu arayış yüzelli yıldır güncelliğini hiç kaybetmedi. Anayasalar meşru temellere oturmadığı, değişime açık tutulmadığı sürece, bu arayışın devam etmesi kaçınılmazdır. 2011 yılında yapılan genel seçimlerle birlikte, yeni bir anayasa yapılması ihtiyacı, tüm siyasi partiler tarafından kabul görerek dillendirildi. Seçim sonrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan her partinin eşit şekilde katıldığı uzlaşma komisyonu kurulmuş, meslek kuruluşları, üniversiteler, işçi-işveren sendikaları, dernekler, vakıflar, meclis dışındaki siyasi partiler büyük bir heyecan ve özveri ile demokratik bir ortamda özgürce tartışmalarını yapmış, hazırladıkları öneri ve projelerini Meclis Başkanlığına iletmişlerdir. Uzlaşma Komisyonu’nun ileri düzeyde radikal önerilere muhatap olmalarına rağmen, çalışmalarını büyük bir sabır ve olgunluk içinde sürdürmüş olması demokrasimiz adına ciddi bir kazanım olmuştur. Ancak, dört siyasi partimizin önerilerini sunduktan sonra, müzakere imkanlarını zorlamamaları, ortak bir paydada buluşmak için tıkanan noktada, yeni öneriler ortaya koymamış olmaları sürecin yavaşlamasına yol açmıştır.

Siyasi partilerimizin gayretleriyle yeni öneri ve çözüm yollarının devreye girmesi halinde, umutlar tükenmeyecektir. Toplumun sarf ettiği bunca emeğin siyaset kurumlarınca anayasa metnine dönüştürülmesi, ülke sevdası taşıyan her yüreğin dileğidir, temennisidir, umududur.

Toplumdaki her kesimin yeni anayasadan beklentisinin farklı olması, kendi önceliklerine göre anlam yüklemesi anlayışla ve doğal karşılanmalıdır. Toplum, sorunlarıyla demokratik bir ortamda ilk defa yüzleşiyor, sorguluyor, farklılıkları anlamaya çalışıyor ve yeni yapılacak toplum sözleşmesinin kodlarını belirlemek istiyor. Bugüne kadar yapılan anayasaların, Devlet yöneticileri tarafından hazırlanarak halkın onayına sunulmuş olması nedeniyle yönetilenler de ilk kez iradelerini ortaya koyarak kendi yaptıkları sözleşmenin sahibi olmak onurunu yaşamak istiyor. Bu güçlü iradenin karşılıksız kalması halinde, toplum, yaşadığı anayasal sorunlara karşı ilgisiz ve tepkisiz kalabilir. Bu sonuçtan, başta siyaset kurumlarımız olmak üzere herkesin zarar göreceği açıktır. Korkmadan konuşabilme, öfkelenmeden tartışma ortamı sağlanarak, farklı görüşler ve öneriler arasında müzakere yolları usanmadan denenmelidir. Anlamları ve tanımları derin ayrılıklar yaratan soyut kavramların ön plana çıkarılması sorun üretmekte ve uzlaşma yollarını zorlaştırmaktadır. Evrensel doğruluğu kanıtlanmış açık, net, anlaşılabilir “ortak değerler”in referans alınması uzlaşma şansını güçlendirecektir.

Siyaset kurumlarımızın tam bir uzlaşma sağlaması zaten düşünülemez. Herkesin isteklerinin anayasada yer alması gibi bir ütopyanın gerçeklerle örtüşmeyeceği açıktır. Önemli olan referanduma sunulacak anayasanın, yüksek bir katılımla kabulünü sağlayacak ortak projelerin ortaya çıkarılmasıdır. Toplumu, çoğunluğun yada azınlığın dayatmasıyla karşı karşıya bırakmak, soruların derinleşmesine ve birlikte yaşama arzusunun zayıflamasına neden olacaktır. Sivil toplum ile kurum ve kuruluşlardan gelen hazırlıklarda uzlaşma imkanını kolaylaştıracak yeteri kadar öneri ve alternatiflerin varlığı, siyasetin işini kolaylaştırmaktadır. Kendi doğruları dışında öteki önerilere kapıları kapatmak, siyaset kurumlarının anayasayı değiştirme konusundaki samimiyetlerini sorgulama hakkını doğurur. Hızla değişen dünyada çözümsüzlükte direnmenin getireceği hiçbir kazanım olamaz. Çoğulculuğa dayalı geniş tabanlı bir uzlaşma süreci, ortaya çıkan sorunlar nedeniyle çoğunlukçu anlayışla da anayasa yapılabilir düşüncesine, haklılık kazandıran bir sürece dönüşmek üzeredir. Bu yöntem de demokratik bir çaredir ancak, meşruiyet sorununa ilişkin tartışmaları ortadan kaldırmayacaktır. Olumsuz sona erecek bir sürecin, yeni anayasa yapımının ancak, demokrasi dışı müdahaleler sonucu gerçekleşebileceği yönündeki temelsiz ve yersiz düşüncelere haklılık kazandıracağı unutulmamalıdır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasaların dayanıklı ve uzun ömürlü olması üç temel değerin üzerine oturması koşuluyla gerçekleşebilir. Bunlardan birincisi, anayasanın temel dinamiklerinin, felsefesinin ve ruhunun merkezine “insanlık onuru”nun yerleştirilmesidir. Bu mutlak varlığın esas alınması, bütün anayasal ilkelerin yorumlanmasında, devletin temel amaç ve görevlerinin belirlenmesinde ölçü olacak böylece, özgür birey ve demokratik devlet kavramlarının somutlaştırılması kolaylaşacaktır. İnsanlığın bu ortak değeri, anayasanın meşruiyet sorununu çözebileceği gibi, değişimler karşısında kolay üretilecek çözüm yollarına da sağlam bir kaynak olacaktır.

İnsan onuru anlayışı bazılarına imtiyazlı bir hayat tarzı sunulmasına engeldir. Ona göre, bazı insanların diğerlerine nisbetle daha değerli olduğu düşüncesi geçerli değildir. Zira, yaratılışla birlikte her insanın onur değeri eşittir. Belirtilen eşitliğe din, mezhep, ırk ve renk etkili değildir. Bu eşitlik ancak, bireylerin seçtikleri hayat tarzına göre yaşanan süreç içinde değişebilmektedir. Tarihin gerçeklerinden süzülerek kural haline gelen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ilk maddesinde de “tüm insanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit olduğu” kabul edilerek insanlık onuru evrensel bir değer olarak tanımlamaktadır. Devletin görevi bu değerin yüceltilmesi için gerekli ortamı sağlamak, olumsuz etkilerden korumak için gerekli önlemleri almaktır.

Anayasa yapım sürecinde rol alan sosyal ve siyasal kurumların, değişmemesi gereken tek kırmızı çizgilerinin “insanlık onuru” olması ve bunu anayasaya yansıtarak gelecek kuşaklara değerli bir miras bırakmaları beklenmektedir.

Anayasal düzenlemelerde ikinci temel değer, insan hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasıdır. Anayasaların yapılmasındaki asıl amaç da bunu gerçekleştirmektir. Devletin var olmadığı dönemlerde de insanların hak ve özgürlükleri mevcuttu. Bunu korumak için devletin varlığına ihtiyaç duyan toplum, bu kez devlet gücüne karşı da özgürlüğünü teminatlı bir konuma getirmek istemiştir. Bu ihtiyaç, devletin gücünü kullanan yasama, yürütme ve yargı organlarının hukuk dışına çıkarak bu değerlerin zedelenmesine ya da ortadan kaldırılmasına engel olma düşüncesinden doğmuştur. İnsanın varoluş nedeni olan hak ve özgürlükleri böylece, koruma altına alınmış olmaktadır. Hak ve özgürlüklerin tarihine bakıldığında büyük çatışmaların, bireyle – devlet arasındaki sınırlarda cereyan ettiği görülmektedir. Bu çatışmaların yaşanmaması için çağdaş her ülkenin anayasasında var olan hak ve özgürlüklerin ve bunların sınırlandırılma sebeplerinin açık, net, anlaşılır biçimde anayasada düzenlenmesi gerekiyor. Geçmişte anayasa yargısının sicilinde kayıtlı olan bilgiler, insan haklarına ilişkin sınırların açıkça çizilmesi gerektiğini maalesef zorunlu kılıyor. Özellikle insan onuru ile doğrudan ilgisi bulunan yaşama hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, dini inanç ve kanaat özgürlüğü ile mülkiyet hakkının sınırları yaşamsal öneme haizdir. Özgürlük ve güvenlik dengesinde bu sınırların netliği ve açıklığı, sorun yaratılmamasını önleyici niteliği ile oldukça değerlidir. Devletten korkmama özgürlüğünün teminatı da bu sınırların varlığına bağlıdır.

Anayasaların üçüncü temel değeri ise kuvvetler ayrılığı ilkesinin amacına uygun şekilde tanımlanarak, güçler arası yetki çatışmasına engel olmaktır. Yasama organını yürütme organının doğal parçası haline getiren bugünkü uygulama çağdaş anlamda gerekli olan kontrol ve denge sistemini etkin şekilde uygulamaya imkân vermemektedir. Yargı ile yasama ve yürütme arasındaki diyalog, iş bölümüne dayalı bir anlayış yerine, yargının yerindelik denetimi yapması nedeniyle çatışmacı bir ilişkiye dönüşmüş, toplumda derin izler bırakan bu durumun düzeltilmesi için, anayasal değişiklikler yapılması zorunluluğu doğmuştur. Bu çatışmaları tekrar yaşamamak için anayasada özellikle yüksek yargı kuruluşlarının tarafsızlığını ve bağımsızlığını sağlayacak demokratik seçim yöntemleri öngörülmeli ve yargı yetkisinin sınırları da açıkça belirtilmelidir.

Yasama ve yürütme organları arasında oluşan vesayet sorunu anayasal düzeyde çözülmese bile, Siyasi Partiler ve Seçim kanunlarında yapılacak değişikliklerle daha demokratik bir temele oturtulabilir.

Öte yandan, geçmişte yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin büyük sorunlar doğurduğu, hatta seçim süreçlerinin askeri ve yargısal müdahalelere konu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu ve benzer sorunları ortadan kaldırmak için, 2007 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanlığı seçimi doğrudan halkın iradesine bırakılarak, daha sorunsuz bir yapıya kavuşturulmak istenmiştir. Ne var ki bu yöntemle yapılacak seçimler sonunda, güçlü bir destekle seçilen Cumhurbaşkanı ile yürütme organı arasında, muhtemel bir yetki çatışmasının olabileceği düşünceleri ileri sürülmektedir. Yaşanabilecek olumsuz gelişmelerin yeni seçim sistemi ile bir ilgisinin bulunmadığı düşünülmektedir. Geçmişte Parlamento tarafından seçilen Cumhurbaşkanları ile yürütme organı arasında yaşanan sorunlar ileri sürülen sakıncaları doğrulamamaktadır. Konu demokratik yönetim anlayışı ile öznel düşünce ve inançlarla doğrudan ilgilidir.

Sayın Cumhurbaşkanım.

Yeni bir anayasanın üç temel değer üzerine kurulması sonucunda diğer konuların bu ilkeler kapsamında çözülmesi zor değildir. Sorun olarak görülen bazı konularda anayasanın suskun kalması, bunun yerine kanunlarla boşlukların doldurulmasının tercih edilmesi, tıkanan konularda çözüm yolu olarak düşünülebilir. Anayasa hükümlerini yorumlama hakkına sahip olanların, meşruiyet sorunu olmayan yöntemlerle seçilmeleri kaydı ile dürüst yorum ahlakına sahip, birikimli, çağı yorumlayabilen, demokratik anlayışları içselleştirmiş niteliklere sahip olmaları halinde, anayasa metinlerinin çok ayrıntılı yazılmasına gerek kalmayacaktır.

Yeni anayasa ile ulaşılmak istenen çağdaş hukuk devleti anlayışına tarafsız ve bağımsız bir yargı sistemi ile ulaşılabileceği gerçeği gözardı edilemez. İnsan onurunu merkeze alan bir anayasanın hayata geçirilebilmesi, yargı mensuplarının din, dil, ırk, mezhep ve ideolojik farklılık gözetmeksizin tüm insanlığa karşı adil davranması ile mümkün olabilir. Yargı mensupları, insanlık onurunun son tahlilde vicdanına emanet edildiğinin bilinci içinde olmalıdır. Bu emaneti incitmeden korumak yargının da onuru ve görevidir. Adaletin kestiği parmak acıdığı anda ya hukuk kurallarında ya da hakimin liyakat ve tarafsızlığında sorun var demektir. Hakim, verdiği kararlarıyla mağdurun ve toplum vicdanının acısını dindirdiği gibi, sanığın da vicdanını adaletle teskin etmek zorundadır. Yargının iç hesaplaşmaya, intikam almaya, yada keyfiliğe yol açacak uygulamalara alet edilmesi hukuk devletinin, demokrasinin ve özgürlüklerin sonunu getirir. Yasaların uygulanması aşamasında gösterilen özensizlikler insan onurunda onarılması güç etkiler bırakmaktadır. Avrupa Mahkemesi ile Anayasa Mahkemesi’ne yapılan şikayetlerin büyük bölümünün, yargısal işlemlerin sebep olduğu hak ihlallerine ilişkin olduğunu belirtmiştik. Kusursuz anayasa yazılması ya da mükemmel yasa çıkartılması, uygulamanın sebeb olduğu sorunları ortadan kaldırmaya maalesef yetmiyor. Anayasa’nın 90. maddesi, bireysel başvuru yolu ve son dönemlerde yargıyla ilgili yapılan yasal düzenlemeler birlikte düşünüldüğünde, uygulamadan doğan sorunların çözümü için umutlar artmaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanım.

Son zamanlarda mahkemelerde devam etmekte olan bazı davalardaki hak ihlalleri gerekçe gösterilerek insaf ölçülerini aşan tepkiler ortaya konmaktadır.

Bazı kesimlerin ilgi duyduğu, ya da siyasi düşünce ortaklığının doğal sonucu olarak yakın dostların yargılandığı davalarda, demokratik tepki ve destek verilmesi anlayışla karşılanmalıdır. Bu konuda verilmiş anayasal haklar sonuna kadar kullanılabilir. Ancak, hakların kullanılması yargıya meydan okumayı, onu tehdit etmeyi ve şiddete başvurma hakkını kimseye vermez. İşgal ettiği makam, mevki, unvan ne olursa olsun kimsenin suç işleme imtiyazı olamaz. Makul ve ölçülü olmak, bu sınırlar içinde demokratik hakları kullanmak, herkesin yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülüktür. Kaldı ki anayasal hakların bu şekilde kullanılması haklı tepkileri haksız ve sevimsiz duruma düşüreceği izahtan varestedir. Yargının bugün olduğu gibi, geçmişte de sebep olduğu yanlışlıklar ve hak ihlalleri olagelmiştir. Bunları gidermek için yasal yollara başvurma dışında hiç kimse, şiddet ve tehdit yolunu tercih etmemiştir. Bu tür davranışların üzüntü ve kaygı verici olduğunu belirtmek istiyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Kaynağı ne olursa olsun insan onuruyla bağdaşmayan hak ihlalleri nefret söylemini de beraberinde getirmektedir. Bu söylemler toplum kesimlerinde doğal olan farklılıkların keskinleşmesine ve derinleşmesine yol açtığı gibi, diyalog kurma ve uzlaşma şartlarını da ağırlaştırmaktadır. Toplumsal tansiyon artsada, halkımızın olaylar karşısındaki sabrı ve olgunluğu, demokratik değerlere olan bağlılığı, gelecekle ilgili kaygılarımızı azaltmaktadır. Ancak, halkımızın bu olgunluğu daha fazla zorlanmamalıdır. İfade ve örgütlenme özgürlüğü, toplumu ayrıştıran nefret söylemlerinin kaynağı olamaz. Hakaret, baskı ve şiddet içerikli ifadelerle ırkçı yaklaşımların ifade özgürlüğünün korumasından faydalanması mümkün değildir. Bu olumsuzlukların önlenmesi için yapılmış olan yasal düzenlemelerin yetersizliği karşısında, demokratik bir ortamda gelişecek olan sevgi ve hoşgörü kültürünün lojistik desteğine ihtiyacımız vardır. Bu kültürün gelişmesinde siyaset kurumları başta olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin ve yargının katkısı ile desteğinin önemi tartışılmaz bir gerçektir.

İnsanların taşıdığı kalp ve gönül, kin ve nefretin evi olarak yaratılmamıştır. Doğal olan ve yakışan sevginin, saygının, hoşgörünün, sabrın ve merhamet duygularının buraları yurt edinmesidir. İnsan onurunun da beslendiği bu duyguların gücünden ve enerjisinden faydalanmalıyız. Barış düzenine yazılı metinlerle değil, tıkanmış olan kalp ve gönül yollarının açılmasıyla daha kolay ulaşabiliriz. Bunu sağlayabilecek yüzyıllardır biriktirdiğimiz çok köklü bir kültüre sahibiz. Zira, bütün dinler ve inançlarda savaşı değil, barışı fetih olarak tanımlayan ortak kurallar vardır. Farklılıkları ya da farklı olma hakkını ancak, bu kültürle güvence altına alabiliriz.

Sayın Cumhurbaşkanım, değerli misafirler

Anayasa Mahkemesinin 51. ci yılı dolayısıyla düzenlediğimiz ve iki gün sürecek sempozyumda “bireysel başvuru ekseninde anayasal yorum” konusu tartışılacaktır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve bazı Avrupa Ülkelerinin Anayasa Mahkemesi üyeleri ile hukukçularının da bildiri sunacakları bilimsel toplantının, bireysel başvuru uygulamasına ışık tutacak şekilde verimli olacağına inanıyoruz.

Bu vesileyle, farklı ülkelerden gelen Anayasa Mahkemesi Başkan ve Üyelerine, bildirileriyle ve katılımlarıyla sempozyuma katkı sunacak olan herkese şükranlarımı sunuyorum.

Bu yıl içinde rahmetli olan Mahkememizin emekli üyelerinden Muammer Turan’a Allahtan rahmet diliyorum. Şubat ayı içinde yaş haddi nedeniyle emekliye ayrılan üyemiz sayın Fulya Kantarcıoğluna’da emeklilik hayatında sağlık mutluluk ve esenlik diliyorum.

Katılmakla verdiğiniz onurdan dolayı başta zat-ı alileri olmak üzere tüm konuklarımıza Mahkememiz adına teşekkür ediyor saygı ve sevgiler sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
15/03/2013

Sevgili  Kayserili kardeşlerim

Değerli misafirler

Bugün sizlerle buluşmanın heyecanını yaşıyorum.  Bize bu ortamı  sağlayan Kayseri Barosuna, ve onun değerli başkanına teşekkür borcumu öncelikle ifa etmek istiyorum. Ülke sevdalısı bu insanların hizmet aşkı ve gayretleri bizleri de  etkiledi ve  yaptıkları daveti kabul ettik. Bu vesile ile sizleri sevgi, hoşgörü ve esenlik dileklerimle selamlıyorum.

Yeni bir anayasa yapım sürecini konuşmak üzere tertip edilen bu etkinlikte değerli bilim adamları, yazar ve düşünürler Türkiye için anlamı ve amacı çok heyecan verici olan bir konuyu tartışacaklar. Bugünkü konuya büyük bir anlam yükleyerek, heyecanlanmamızı ifade etmenin çok haklı sebepleri var. Nasıl olmasın ki Aziz Milletimiz doksan yıllık Cumhuriyet döneminde ilk defa kendi iradesini ortaya koyarak sahip olduğu insanlık onurunu nasıl yaşatacağının  ve koruyacağının şartlarına karar verecek.  1924 deki olağanüstü şartları  kenara bırakırsak 1961 ve 1982 yıllarında iradesi işgal edilerek nasıl yaşayacağına vesayet makamlarının karar verdiği bir süreçten, hür iradesiyle seçtiği temsilcileri eliyle hazırlanacak bir anayasa yapmanın onurunu yaşamak istiyor. Doksan yıldır yapamadığı bu nedenle de sosyolojik bir travma geçirdiği bu sürecin yarattığı  psikolojik eşik mutlaka aşılması gereken bir engel olarak görülüyor. Bu eşikten geçebilmek için bireylerin kurumların, sivil toplum örgütlerinin yürekten kutlanmaya değer çabaları, karşılığını büyük bir heyecanla beklemektedir. Bu heyecanın karşılıksız kalması cumhuriyetimizle aynı yaşta olduğunu belirttiğim yaşanan travmayı daha da büyütecek, bedelini ise siyaset kurumları ödemek zorunda kalacaklardır. Türkiye de yeni bir anayasa ancak darbe yoluyla yapılabilir biçimindeki akla ziyan bir düşüncenin ortadan kalkması halkın belirtilen eşikten geçmesine bağlıdır.

Yaşanan bu süreçte esasa dönük gayretleri olumsuz etkileyecek teknik ve usul tartışmalarının  sonuç getirmeyeceğini vurgulamak isterim. Değerli bilim adamlarımızın tartışmakta olduğu yeni bir anayasa yapımının, kurucu meclis mi,  yoksa kurulmuş meclis tarafından mı yapılması gerektiği, yada halen  mecliste yapılmakta olan çalışmanın yeni bir anayasa yapılması mı, yoksa kapsamlı bir anayasa değişikliğimi şeklindeki tartışmalar öncelikli sorunumuz olmamalıdır. Önemli olan Milletimizin rüştünü ispat edebileceği belirttiğim eşikten geçebilmesidir. Yapılan bu  tartışmalara ilişkin düşüncemi ifade etmem gerekirse, Milletin hür iradesiyle seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni oluşturan Milletvekillerinin kurucu meclis fonksiyonuna sahip olduğu ve yeni bir Anayasa yapabilme gücünün var olduğunu söylemek olacaktır. Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu fonksiyonunu yerine getirirken, meşruiyet zeminini kaybetmemesi gerekir. Cumhuriyet döneminde yapılan üç yeni anayasanın halkın dışlanarak devleti yönetenler tarafından yapılması,  meşruiyet sorununuda beraberinde getirmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan yeni anayasa çalışmasında böyle bir meşruiyet sorunu yaşanmaması, toplumda karşılığı bulunan dini, mezhebi, etnik ve  ideolojik tüm farklılıkların kendini görebildiği, düşünce ve inançlarının güvenceye kavuştuğu, dışlanma hissini yaşamadığı, katılımın sağlandığı, bir anayasa metninin çıkmasına bağlıdır. Toplumun bir kesiminin dışarıda bırakılarak hazırlanan anayasaların öncekiler gibi başarı şansı yoktur. Zira taraflardan birinin rızası alınmadan yapılan sözleşmelerin sağlığı  tartışmalıdır.  Bu noktada, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde dört partinin uzlaşmaya çalışması büyük bir şanstır.  Uzlaşma komisyonu çalışmalarının başarıyla sonuçlanmasını yürekten temenni ediyor,  yeri gelmişken önemli bir konunun altını çizmek gereğini duyuyorum. Toplumsal sözleşme dediğimiz Anayasa’yı hazırlayan tarafların,  sahip oldukları kırmızı çizgilerinden bir adım geride durarak bu müzakereleri sürdürmeleri gerekir. İktidar ve muhalefetin sahip oldukları  güçleri gözetilmeksizin, herkesin eşit şartlarda temsil edildiği Anayasa uzlaşma  komisyonunda imkanlar boşa harcanmamalıdır. Herkesin isteklerinin Anayasa’da yer alması gibi bir ütopya’nın gerçeklerle örtüşmeyeceği açıktır.  Her kesimin kendi doğrularını vazgeçilmez, tartışılmaz, kılına bile dokunulmaz kutsallara dönüştürmesiyle ortaya çıkacak dayatmalar, diyaloğu ve müzakere şartlarını ortadan kaldırır.  Makul ve ölçülü olabilirsek bu müzakerelerden başarıyla çıkılması kaçınılmazdır. Aziz milletimizde bu sürecin başarıyla sonuçlanmasını heyecanla beklemektedir.

Değerli kardeşlerim

Yaşamakta olduğumuz yeni bir Anayasa yapımı sürecinin muhtaç olduğu başka bir konuya daha işaret etmek istiyorum.

Doğal farklılıkların çok yoğun olduğu bir ülkede ve de dünyada yaşıyoruz.  İnsanlık tarihi bu farklılıklardan kaynaklanan savaş ve yıkımların acı tecrübeleri ile doludur. Din, mezhep, ırk ve ideolojik farklılıklardan kaynaklanan kavga ve çatışmalar telafisi imkânsız sonuçlar doğurmuştur. Farklılıkları barış ve hoşgörü kültürü üzerine inşa etmediğimiz takdirde, nefret söylemi ve kültürünün hâkimiyeti kaçınılmazdır. Bu kültürün hakim olduğu siyasal bir iklimde, sorunları çözme şansı çok zayıftır. Nefret söyleminin yarattığı gerilim ortamlarında diyalog kültürü ortadan kalkmakta, sorunların çözümü için ihtiyacımız olan müzakere imkânlarından mahrum kalmaktayız. Barış için gerekli olan iklimi oluşturmadan güce dayalı yapılacak Anayasal düzenlemeler ben yaptım oldu Anayasası olur. Bu yaklaşım toplum barışının en büyük tehdidi olmak yanında,  sorunları büyütmekten başka sonuç doğurmaz.

Bütün dinlerin ortak noktası olan Allah inancıda savaşın kazanılmasını değil, barışın sağlanmasını zafer olarak tanımlıyor.  Sevginin, merhametin, hoşgörü ve diyalogun gücünü kullanarak farklılıkları kuşatmalıyız. Hak ihlallerinin öfkeyi, öfkenin nefreti, nefretin ise intikam duygularını beslediği bir gerçektir.

Barıştan  uzak çatışma ortamlarında sorununu çözmek için isteklerini Anayasa’ya taşıyabilen bir kesimin hissettiği ya da hissettirdiği zafer kazanma duygusu, karşı düşünce sahiplerinin milli, dini, etnik veya kültürel dünyalarında kırılmalara neden olacağı açıktır. Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için gerginliğin, kavganın, terörün son bulması konusunda her bireyin, toplumun ya da tüm siyaset kurumlarının yapabileceği, bir katkı vardır. Bu olumsuz iklimden herkes şikâyetçi görünüyor, ancak çözümü için kimse öneride bulunmuyor. Elini taşın altına sokanlar ise  ihanetle suçlanıyor. Halkın yorgun düştüğü bu ortamdan süratle kurtulmak için yeterli alt yapıya sahibiz.  Zira bu topraklar asırlarca yunusların, mevlanaların, hacıbektaşi velilerin kökleştirdiği sevgi ve hoşgörü kültürünün gücüyle ayakta kalmayı becerebilmiş bir medeniyete ev sahipliği yapmıştır.

Bu toplum, kurduğu doksan yaşındaki Cumhuriyetinin 45 yılını terörle mücadele etmekle geçirdi. Yarım asırdır kaybettiğimiz ekonomik, sosyal, kültürel varlıklarımızı bir tarafa bırakırsak bu uğurda can verenlerin ana yüreklerinde bıraktığı ateş, bütün bir toplumu yakmaya yetecek güçtedir. Bu ateş sönmelidir. Zira kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine kuranlar en çirkin zulmün uygulayıcısı olur. Bu sorun çözülmedikçe anayasa yapmanın güçlüğü ortadadır, yapılsa bile yeni sorunlar doğurmaya adaydır.

Saygıdeğer kardeşlerim,

Yeni bir  anayasa yapım sürecinde sorunların kaynağını ikiye ayırarak değerlendirme yapılması gerekir. Birincisi Anayasa’nın kendinden kaynaklanan sorunlar, diğeri de Anayasayı uygulayanların sebep olduğu sorunlar.

Anayasa’nın felsefesi, Din-devlet-siyaset ilişkisi, Sivil-Asker-devlet ilişkisi, Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma   sebepleri,  İdari vesayet ve etnik konuların düzenlendiği maddeleri,  Anayasanın kendinden doğan  sorunlara kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Bir türlü özgürleştiremediğimiz dinsel ve etnik anlayış ve yorumlar, sorun doğurmaya devam ediyor. Laiklik kavramının evrensel anlayıştan koparılarak keyfi ve idolojik yorumlara açık hale getirilmesi, mağdur ve mazlum bir kitlenin doğmasına yol açmıştır. Devletin tüm inançlar karşısında eşit uzaklıkta durmasını öngören laiklik anlayışı, toplumun birliğini sağlaması gerekirken bizdeki uygulama ile ayrışmaya ve çatışmaya ivme kazandıran bir fonksiyon üstlenmiştir. Devlete ait olan bir kavramla birey ahlakını laikleştirmeye ve dinsel duygularını kalplerine  kilitleyerek hayatına etkili olmasına engel olmaya çalıştık. Başarısız olan bu uygulama kalp ve gönüllerde ayrılık dışında hiçbir kazanım sağlamadı. Aynı şekilde terör kavramının da  muğlak ve belirsiz olması, uygulayıcıların farklı ve isabetsiz yorumlarının ortaya çıkmasına sebep olmuş, neticede ciddi hak ihlalleri toplumsal sorunların çözümünü çıkmaza sokmuştur.

Değerli Kardeşlerim,

İnsanlık onuruna saygı, insanların ne düşüneceğine neye inanacağına ve nasıl bir hayat tarzını tercih edeceğine kendisinin karar vermesini zorunlu kılar. Esasen hak ve özgürlükleri güvence altına alması gereken anayasaların meşruiyeti de  bu temele dayanır. Zaten devletle birey arasında doğan  sınır çatışmaları da bireylerin hak ve özgürlüklerine  ilişkin sınırlamalar konusunda ortaya çıkıyor. Hemen belirtmek gerekirse haklara ilişkin sınırlama sebepleri genel olarak evrensel uygulamalarla  aynıdır. Ancak sorun,  daha çok yasama organının yada idarenin takdir alanındaki yetkilerini özgürlükler aleyhine kullanmasından veya  bunu denetleyen Anayasa Mahkemesinin özgürlükleri genişletici yorum tekniğini kullanmamasından kaynaklanıyor. Ne yazık ki hak ihlali nedeniyle sanığı devlet olan bir davayı çözecek makamda, devletin mensubu  olan yargıçlarımız bulunmaktadır. Bu sakıncayı giderecek olan önerim açıktır. Söz konusu davalara bakmakta olan Anayasa Mahkemesinin tüm üyelerinin, Almanya’da olduğu gibi Parlemento tarafından seçilmesi meşruiyet sorununu giderebilecek  yegane demokratik  yoldur. Bu konularda panele katılan değerli bilim adamları ayrıntılı açıklamalar yapacağından uzatmak istemiyorum.

Ancak, anayasal sorunların kaynağı olarak nitelediğim  uygulamalardan doğan sorunlar konusunda da kısaca durmak istiyorum.

Anayasalarda aslında soyut ifadeler  kullanılarak kısa, öz bir çerçeve çizilir ve bunu uygulayacak olanların yorumlarına terk edilir. Yorum hakkına sahip olanlarda maddelerdeki soyut ifadeleri toplumsal gelişmelere bağlı olarak sürekli yeniler. Böylece sıklıkla anayasa değişikliği yapma ihtiyacı da ortadan kalkar.  Yani sorunlu hukuk, onarılarak sorunsuz hale getirilir.  Ancak bu sistem,  ülkemizde tersinden çalışmıştır. Anayasayı yorumlamakla görevli olanların, sorun çözme yerine sorun üreten bir merkez haline gelmesi Anayasayı sürekli değiştirme ihtiyacını doğurmuştur. Yakın tarihimize baktığımız  zaman darbelerin parmak izlerini sadece Anayasalarda değil, mahkeme kararlarında da görebilirsiniz. Bu gerçek, kamu gücünün ele geçirilmesi gereken bir silah olduğu düşüncesini kimilerinin akıllarına sokmuştur. Kimseyi suçlamaya hakkımız yok.  Bu sonuca vesayetçi elitlerin kendi hayat tarzlarını güvenceye almak için hak ve özgürlükleri halkın bir bölümünden kaçırmaları sebep olmuştur.  Aktörler değişmiş olsa da bugün bu yanlış uygulamaya tersinden devam edenler varsa onlarında sonu aynı olacaktır.

Kim olursa olsun kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine kuranları savunmak ne ahlaki nede insanidir.

Değerli kardeşlerim

Son sözüm şudur. Eğer yaşadığınız bir özgürlük acınız varsa, bunu saklayınız. Bir gün özgürlük dağıtan güce sahip olursanız ,sakladığınız acıları hatırlayarak belki zülme engel olursunuz. Zira insan haklarını sadece insan olanlar savunabilir.

Toplantıya başarı dileklerimi sunuyorum. Kayseri Barosuna tekrar teşekkür ediyor, hepinizi sevgiyle selamlıyorum.


Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
05/02/2013

Değerli Konuklar

Adalet Bakanlığı ile Avrupa Konseyi arasında sürmekte olan proje kapsamında, çok güncel bir sorunu görüşmek üzere bizleri buluşturma çabalarını yürekten kutluyor, Konsey ile Bakanlık yetkililerine ve siz saygıdeğer katılımcılara şükranlarımı sunuyorum.

Hemen belirtmeliyim ki Adalet Bakanlığının sorunların çözümü konusunda son yıllarda çok güçlü bir refleks ortaya koyduğunu söyleyerek hakkını teslim etmek istiyorum. Yargı mensuplarına yurt dışındaki gelişmelerin yakından incelenebilmesi için sunulan imkanlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açılmış davaların çözümü konusunda ortaya konulan irade, uzun yargılanma süreci, uzun tutukluluk, cezaların infazı, birikmiş davaların hızla sonuçlandırılması gibi konularda almış olduğu inisiyatifi takdirle karşılıyorum.

Bunları ifade ederken farklı inanç, farklı etnik ve ideolojik düşünce sahiplerinin yaşadığı 75 milyon insanı içinde barındıran bir büyük ülkede sorunların olmadığını söylemiyorum. Sorunlarımız var ancak, bunların çözümü için samimi bir gayretin varlığını da görmemezlikten gelemeyiz.

Bugün, tüm özgürlüklerin dağıtımının yapıldığı kavşak olarak nitelenen ifade özgürlüğünü konuşacağız. Varoluşumuzun en ayırtedici özelliği olarak tanımlanan akıl ve düşünce, insanoğlunun yaratılanların en şereflisi olarak kabul görmesini sağlamıştır. “Düşünüyorum o halde varım” diyen Descart’da insanın varlık sebebini, düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme ile açıklamaktadır. Denilebilir ki düşünmek ve düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğü yoksa, insanda yoktur. Yaratılış bu gerçek üzerine kurulmuş, ölüm ötesi sorumluluk tezini ortaya koyan öğretiler de eşrefi mahluk kavramını akıl ve düşünce ile izah etmişlerdir. Kimine göre, hayat hakkından bile öncelikli olan düşünceyi ifade özgürlüğü, insan olmanın tek şartı olarak kabul görmüştür.

Bilgi ve fikir alma, kanaat sahibi olma, ve bunları açıklamayı içinde barındıran ifade özgürlüğü, insanlık tarihi sürecinde çok çetin mücadelelerin konusu olmuş ve en değerli varlıklar bu uğurda feda edilmiştir. Birey olarak, devlet olarak, yada basın mensubu kimliğimizle bugün ifade özgürlüğü konusunda özgeçmişimizi sorgulayarak, gelecek kuşaklara sorun bırakmamanın gayreti içinde olmamız gerektiğini belirtmek istiyorum. Amacımız, çağdaş dünya uygulamaları ile örtüşmeyen ifade özgürlüğüne ilişkin sorunlu alanların, bir kez daha ortaya konularak onarıcı ve tedavi edici anlayışların ışığında çözümünü sağlamaktır.

Değerli Konuklar

İfade özgürlüğüne ilişkin sorunları iki ana eksen etrafında değerlendirebiliriz. Birincisi, yazılı kuralların açık, net, yada öngörülebilir olmaması nedeniyle ortaya çıkan hak ihlalleri, ikincisi ise uygulamayı yöneten kamu görevlilerinin sahip olduğu takdir hakkının bilinçli veya bilinçsiz şekilde kötüye kullanması yada önyargıların, çıkar hesaplarının ve keyfi yorumların sebep olduğu olumsuzluklardır. Bu iki ana kaynaktan beslenen ihlalleri katılımcılar ayrıntılı bir şekilde konuşacaklar. Ancak ana hatları ile bazı tespitleri yeniden gündeme getirmek istiyorum. Gerek Anayasa ve yasalarımızda, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, ifade özgürlüğüne ilişkin yasaklar ve sınırlama sebeplerine bakıldığında açıklık, netlik ve öngörülebilirlik yönünden aynı niteliklere sahip düzenlemeler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çerçeve niteliğindeki bu ilkeler ve kavramlar aynı olmakla birlikte sorun büyük ölçüde uygulama aşamasında ortaya çıkmaktadır. Evrensel ilke ve kavramlarla örtüşmeyen yorum ve anlayışlar, çağdaş dünya ile bağlarımızı koparmaktadır.

Ülkemizde de temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutla örtüşür şekilde ele alınması ve uluslararası standartlarda korumaya kavuşması amacıyla mevzuatımızda çok sayıda ve önemli değişiklikler yapılmıştır.

Yapılan bu reformlar sayesinde, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası metinlerle anayasal hükümler arasında büyük ölçüde paralellik sağlanmıştır. Bununla birlikte bu değişikliklerin uygulamada yeterince etkilerini göstermediği düşüncesi, yasama organını hak ve özgürlükleri evrensel ilkelerle daha da güçlendirmek amacıyla bazı adımlar atmaya zorunlu kılmıştır. Bunlardan ilki, 2004 yılında 5170 sayılı Anayasa değişikliğine dair Kanun ile Anayasa’nın “Milletlerarası antlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrasına eklenen cümledir. İkincisi de 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesinin görevleri arasına eklenen “bireysel başvuru” yoludur.

Anayasanın 90. maddesinde yapılan bu çok önemli değişikliğin, “insan hakları konusunda yeni açılımlar” sağlaması temenni ediliyordu. “Bu hükmün özellikle bugüne kadar milletlerarası insan hakları normlarını doğrudan uygulamakta ürkek, çekingen ve mesafeli davranan yargıçlarımızı bu konuda teşvik edeceği, daha doğru bir ifadeyle zorlayacağı “ düşünülmekteydi.

Temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutuyla uygulanmasında bir yöntem olarak düşünülen Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki başvuruları ve verilen ihlal kararlarını minimum düzeye çekmede bir ilerleme sağlayamadığından, bireysel başvuru bir çare olarak düşünülmüştür.

Bireysel Başvuru yolunun açılması aslında, Anayasa’nın 90. Maddesinin son fıkrasına eklenen cümlenin amacıyla da örtüşmektedir. Bu iki anayasal değişikliğin birbirinden bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir. Aksine bu iki düzenleme birbirini tamamlamakta, hatta biri diğerinin amacının gerçekleştirmesine ivme kazandırmak gibi bir işlev de görmektedir. Bireysel başvurunun ifade özgürlüğü konusunda da, Türkiye’deki uygulama ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki anlayış farkının ortadan kalkmasına imkan sağlayacağı açıktır. Ancak, adli, idari ve askeri yargının kürsülerinde görevli hakimlerimizin endişelerinin giderilmesi ve uluslararası sözleşme hükümlerinin uygulanması konusunda cesaretlendirilmesinin, yüksek yargı organlarının risk yüklenerek ortaya koyacakları içtihatlarla desteklenmesine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Anayasanın ya da yasaların verdiği imkânların arkasına saklanarak uluslar arası kabul gören değerleri yok saymak, veya risk yüklenmekten kaçınmak yargının sahip olduğu konumla asla bağdaşmaz.

Türkiye’de 2012 yılı sonunda ifade özgürlüğüne ilişkin derdest davalara bakıldığında 172.723 adet hakaret davasının, 2539 adet terör propagandasına konu olmuş davanın, 406 adet de suç ve suçluyu övme konusunda açılan davalar olmak üzere toplam 176.247 davanın devam ettiği bir gerçektir. Bu davaların sayısına bakıldığında sorumluluğun sadece yargı mensuplarına yüklenmesinin büyük bir insafsızlık olacağını belirtmek isterim.

Yukarıda belirtilen dava sayısı gözetildiğinde açılmış davaların % 98’i hakaret davasıdır. Bunun nedenleri üzerinde durulmalıdır. Siyaset kurumlarının gerilim üzerine kurdukları politik yaklaşımlar, diyalog kültürünü ortadan kaldırmakta, çoğulcu ve hoşgörülü duygular, yerini nefret duygularına ve söylemine bırakmakta böylece, bireyler ve kurumlar sorun çözmek için bir araya gelerek demokrasinin müzakere imkanından mahrum kalmaktadırlar. Toplumda en masum sorunlar bile ideolojik bir bakıştan geçirildikten sonra hemen rejim krizine dönüştürülmekte, derin siyasal ayrışmalar sonunda barış kültüründen uzaklaşılmaktadır. Nefret söyleminden siyasi rant elde edenler kısa vadede kazanmış görülse de, uzun dönemde toplumu ayrıştırmanın gelecek kuşaklara bırakılan kirli bir miras olduğunu anlayacaklardır. Hangi kutsal değer adına yapılırsa yapılsın hakaret, kin, nefret ve şiddete çağrı söylemlerini ifade özgürlüğünün koruması altında kabul etmek asla mümkün değildir.

Değerli Konuklar

Temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan hak ihlallerinin, yetkililerin makul ve ölçülü olamama gibi olumsuzluklarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Güvenlik ve özgürlükler arasında olması gereken dengenin evrensel ölçülere uydurulamaması, sorunların büyüyerek ötelenmesine neden olmaktadır.. Ölçüsüzlük her konuda olumsuzlukları besleyen en büyük kaynaktır. Ölçüsüzlüklerin sebep olduğu hak ihlalleri, direnme hakkının meşru zeminini oluşturma gibi bir sonucu da beraberinde getirmektedir. Yüzyıllar boyunca insanlığın ortak aklından süzülerek gelen demokratik toplum düzeninin gerekleri esas alındığı takdirde, sorunları çözebilme şansımız oldukça yüksektir.

Geçmişte evrensel anlayışlardan uzaklaşarak bize özgü uygulamalarla geliştirilen laiklik, sosyal devlet anlayışı, devleti kurtarma duyguları demokrasinin orijinal bütünlüğünü bozarak özellikle düşünce, inanç ve bunları ifade edebilme alanında derin yaralar açmış ve onarılması güç izler bırakmıştır. Kavramların açık, net ve öngörülebilir olmayışı, keyfi yorumların doğmasına, sahip olunan takdir hakkının kötüye kullanılmasına ve sonuçta mağdur ve mazlum bir kitlenin oluşmasına yol açmıştır. Dün hak ihlaline uğramış mazlumlarla bugün aynı ihlalleri yaşayan insanların kimliklerinin farklı olması bu düşüncemizi değiştiremez. Baskı ve korku temeline dayanan bu yanlış uygulamalar, insanları hayata yansıtamadıkları ancak, iç dünyalarında hapsedilmiş inançlar ve beyinlerinden dışarı çıkaramadıkları düşüncelerle baş başa bırakmıştır. İnsan onuruna yapılmış işkence olarak da nitelenen bu iklimden hızla uzaklaşmak kamu gücünü elinde tutan yasama, yürütme ve yargı organlarının en temel görevidir. Zira ideolojik vesayeti tahkim etmek üzere insan onuru ile oynayanlar tarihin hiçbir döneminde kazanan taraf olmamıştır. İnanç ve düşünceleri ifade konusunda yaşanan olumsuzlukların giderilmesi için, samimi niyetin varlığı ve çözümü konusunda güçlü bir irade sergilemek zorundayız. Yasama gücünü kullananların gayretleri umut vericidir. İfade özgürlüğüne ilişkin sorunların çözümü konusunda yapılan değişiklikler, idari ve yargısal uygulamalarda karşılık bulabilirse halkımızı hak ettiği noktaya taşıyabiliriz.

Bunları ifade ederken Türkiye’nin yaklaşık kırk yılı aşan bir süreçte yaşadığı terör sorununu göz ardı edemeyiz. Ekonomi ve demokrasi konusunda sorunsuz yaşayan güçlü ülkeler de bile arızı olarak ortaya çıkan terör eylemleri sonunda, temel hak ve özgürlüklerin bırakınız sınırlanmasını, nasıl ortadan kaldırıldığını hepimiz yakından biliyoruz. Tam da bu noktada Cumhuriyetin 90. yıllık ömrünün 45. yılını terörle içiçe yaşayarak geçiren Türkiye’nin başta canıyla bedel ödeyenler olmak üzere ekonomik, sosyal ve siyasal alanda hesabı yapılmayan kayıpları gözetildiğinde, bu devletin ne kadar güçlü bir bünyeye sahip olduğunu belirtmek gerekir. Türkiye zor bir zaman tünelinde, zor davalarla karşı karşıyadır. Bunları konuşacağız, eleştirileri alacağız ve demokratik ilkelerin onarıcı gücü kullanılarak, barış içinde yaşayan aydınlık bir Türkiye’ye hep beraber yürüyeceğiz.

Bu duygularla konferansın sonunda ortaya çıkan mesajların insanlık onurunu yücelteceğine inanıyor, katılımcılara başarı dileklerimle, hepinize saygı ve sevgiler sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
15/11/2012

Çok Değerli Konuklar,

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun “Yargı Etiği Sempozyumu” konulu bir etkinlikte bizleri buluşturmasını oldukça manidar buluyorum. Gerek Yüksek Kurul’un gerekse Adalet Bakanlığının son yıllarda bu ve buna benzer toplantılarda yargı ve bilim dünyasını biraraya getirme çabalarını yürekten kutluyorum. Geçmişte yaşadığımız, usandığımız, yorulduğumuz bitip-tükenmek bilmeyen kavga ortamından uzaklaştıran ve asli görevinin en doğal uzantısı olan “adil bir yargı düzeni”nin nasıl oluşacağı sorununa katkı ve çare arayan anlayış sahiplerine en kalbi şükranlarımı sunuyor hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Seçilen konu fevkalade önemli. Kurulumuzun değerli yöneticileri aslında bugün konuşturacakları uzmanlarımıza yargının anjiyosunu yaptırarak hangi kanalın tıkalı olduğunu öğrenmek istiyorlar. Bu sempozyumun sonunda ortaya çıkacak rafine edilmiş görüş ve düşüncelerin, hem ülkemiz hem de dünya hukuk değerlerine önemli açılımlar sağlayacağına olan inancımı belirtmek isterim. Yargıda etik ve ahlak konusunun evrensel boyutları düşünüldüğünde, sorunun sadece yargıyı değil ekonomiyi, siyaseti ve tüm sosyal alanları da ilgilendirdiğini bu nedenle de bir dünya sorunu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Etik ve ahlak gibi kavramlar hukukunda temelini oluşturduğundan, bu değerlere dayalı zemin etütleri iyi yapılmamış hukuksal projeler adalete dönüşemeyeceğinden daha çok hak ihlalini beraberinde getirecektir.

Toplumun ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanda değişim ve dönüşümünü en etkili biçimde gerçekleştiren hukukun gücüdür. Hukukun bu dönüştürücü gücünü yalnız başına gerçekleştirme şansı oldukça düşüktür. Hukuk’un adalete dönüşmesi ancak, ahlaki ve etik değerler ile insanlık onuru gibi üstün değerlerin katkılarıyla mümkün olabilir. Vicdanların bekçisi bence bu değerlerdir. Bu değerler aynı zamanda vicdan denen her neyse onun sağırlaşmasını ve hissizleşmesini engelleyen denetim araçlarıdır. Bunlar yoksa adaleti hissedemeyiz. Ahlaki ve etik değerler esasen yargıç’ın iç dünyasının sorunudur. Bunlar bazen pozitif kurallar haline gelse de sorunların çözümünde yalnız başına etkili olamıyor. Felsefi ve sosyolojik bakışında konusu olan bu değerlerin hukuk öğretisi ile arasındaki kopukluk toplumu mutlu edecek adil bir yargı sisteminin oluşmasına engeldir.

Değerli Konuklar,

Bütün kutsal düşüncelerin, kültürlerin, ahlaki ve etik değerlerin hayat bulduğu anarahmi insanlık onurudur. İnsan olma hakkının kaynağı da sebebi de bu değilmi? Onur yoksa insan da yoktur. Bu değeri yargı için uyarlayacak olursak hakimin tarafsızlığı, bağımsızlığı ve dürüstlüğü onun ONURU’dur. Bu üstün değeri korumakta hepimizin görevidir. Zira yönetimlerin sebep olduğu hak ihlaline uğrayan bireylerin sığınacağı tek yer hakimin vicdanıdır. Bu ihlalleri ortadan kaldıracak olanda vicdanı özgürleşmiş yargıçlardır. Yargı bağımsızlığı anayasal ve yasal teminatlara kavuşturulurken, tarafsızlık hakimin özgür vicdanının güvencesine terkedilmiştir. Bu nedenle hakim tarafsızlığını etkileyebilecek öznel duygularına, düşüncelerine, ideolojisine, kutsallarına, dostluk ve düşmanlık hislerine karşı kayıtsız kalmak zorundadır. Konjoktürel gelişmelere bağlı olarak oluşan mahalle baskısı, kendini koruma iç güdüsü ve aidiyet hissi taşıdığı çevresinden dışlanma korkusu hakim tarafsızlığını ortadan kaldıran ve meslek onuru ile asla bağdaşmayan olumsuzluklar olarak sıralanabilir. Denilebilir ki vicdan özgür değilse akıl güvenliğinden de söz edilemez.

Değerli Konuklar

Söz konusu etik değerlerle ilgili ayrıntılı açıklamalar sempozyum sürecinde yapılacağından sözlerimi uzatmak istemiyorum.

Bu duygu ve düşüncelerle sempozyum katılımcılarına başarılar dilerken emeği geçen Hakimler ve Savcılar Yüksek kurulunun değerli mensuplarına teşekkür ediyor hepinize saygı ve sevgiler sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
05/10/2012

Değerli Konuklar

Türkiye, yasama, yürütme ve yargı organlarının ideolojik vesayet ağlarının baskısı altında büyük travmalar geçirerek savrula savrula bugünlere kadar geldi. Bu sürecin en ağır faturalarını ise Üniversitelerimizin ödediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Nasıl olmasın ki geriye dönüp baktığımız da, 1980 darbesine kadar terörün esir aldığı Üniversiteler ideolojilerin hesaplaşma ve birbirini yoketme mekanları haline geldi. Terör nedeniyle tanışamaz görüşemez ve birbirimizi dinleyemez olmuştuk. Farklı düşüncelerle yan yana gelemedik. Sonuçta ne gençliğimizin nede üniversiteli olmanın tadına varabildik. Okuduğumuz bilim dalıyla bile yeterince tanışamadık. Darbe sonrası ise, üniversitelerin hizaya çekildiği, farklı düşüncelerin- inançların “kökünün kazınması” gerektiği düşüncesinin hakim olduğu bir döneme girdik. Ve asıl suçlu tesbit edildi. Devlet, üniversitelerde anayasal düzen bakımından en tehlikeli bulduğu kılık-kıyafet konusunu “rejim sorunu” yapmaktan çekinmedi. Engellenen eğitim hakkı, ifade özgürlüğü, dini inanç ve kanaat özgürlükleri gibi en temel insan hakları yok edilerek “insanlık onuru” tarihinin en utanç verici işkencesiyle karşı karşıya bırakıldı. Geride bıraktığımız bu karanlık günlerin bir daha yaşanmaması yürek taşıyan herkesin dileği olmalıdır.

İdeolojik vesayeti tahkim etmek üzere “insan onuru” ile oynayanlar tarihin hiçbir döneminde kazanan taraf olmamıştır. Baskıcı, dayatmacı çoğulculuğu reddeden anlayışlar, “yaratılanların en şereflisi insandır” ilkesiyle sürekli kavga halinde olmuştur. Bu nedenle, korunması gereken en üstün değer olan “insanlık onuru” Anayasaların, değiştirilemez kurallarının en temel kavramı sayılmıştır. Devletimizin kimlik belgesi de diyebileceğimiz Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti nitelikleri de bu “üstün değeri” korumak ve kollamak için öngörülmüştür. Devletlerin sayılan bu nitelikleri bütün dünyada insanlığa onurlu bir hayat yaşatmayı vaat etmektedir.

Üniversitemizin değerli mensupları

Bir ülkenin beyni sahip olduğu üniversiteleridir. Beynin görevi ise düşünmek, düşündüğünü ifade edebilmektir. Bilgi de ancak özgür bir ortamda üretilebilir. Üniversite öğretiminin amacı doğal olarak özgür ve onurlu bireyler yetiştirmektir. Üniversitesinde çift kimlikli bireyler yetiştiren bir toplumun geleceği yok edilmektedir. Şunu unutmamalıyız ki demokratik düzen denince kendine güvenen, risk alan, suskun ve uslu değil, sorgulamayı görev kabul eden, onurlu insanların yaşadığı ülkeler akla gelir. Yaradılışın özünde bulunan çoğulculuk, tek düşünce ve tek inanca izin vermemiştir. Demokrasi zorunlu olarak her çeşit azınlığın varlığını ve kendisini ifade etme hakkını içerir. Bu değerleri yaşatan bir demokrasinin sorunları çözme şansı oldukça yüksektir.

Tam’da bu noktada söylemek gerekirse Üniversitelerimiz ideolojik işgallerin değil, akademik özgürlüğün egemen olduğu ortamları yakalayabildiği durumlarda özgür bireyler yetiştirebileceklerdir.

Ben üniversiteleri özgürlüklerin ikametgahı olarak tanımlıyorum. Bu mekanda yaşayan öğretim üyeleri ve öğrencileri düşüncesini ve bunu ifade edebilmeyi, inançlarını, kanaatlerini bilimsel özerkliliğin güvencesi altında ortaya koyamıyorsa Devletin bağışıklık sistemi çökmüştür diyebiliriz. Üzülerek belirtmeliyim ki üniversitelerimiz 1980 sonrası hayatında bu çöküntüyü ağır biçimde yaşadığından dolayı, çağdaş bilim dünyasında olması gereken kalitesini yakalayamamıştır. Maalesef bugün üniversitelerimiz ifade özgürlüğünü yaşama yerine “susma hakkını” kullanmayı tercih eden kurumlar haline gelmiştir. Dünyanın hak ve özgürlükler çağını yaşadığı bir iklimde baskı ve tasfiye süreçlerinin yarattığı olumsuz ortamların ortadan kalkacağına olan inancımı belirtmek istiyorum. Çünkü Türkiye’nin demokratikleşme, sivilleşme ve özgürlük yürüyüşünün haklı gururunu yaşamak en çok üniversitelerimize yakışır.

Değerli Konuklar

İnsanlık onuruna saygı, insanların ne düşüneceğine, neye inanacağına ve nasıl bir hayat tarzı seçeceğine kendisinin karar vermesini zorunlu kılmaktadır. Seçilecek bu tercihlerin güçlülere karşı korunması görevi de yargıya verilmiştir. Gerek idareler gerekse yargı bu değerleri koruduğu sürece meşruiyet temellerini de korumuş olurlar. Her dönemin yarattığı kendine özgü kutsallara baskı ve dayatmalarla oluşturulan ilgi, asla kalıcı olamaz. Korku temelinde değil, sevgi temelinde yükselen değerlerin toplum beğenisine sunulması sistemlerin sağlıklarının en güçlü teminatı olacaktır.

Bir ülkede yaşanan hak ihlallerinin yoğunluğu, o ülkenin demokratik-hukuk devleti olmasına ilişkin sicilinin en belirgin özelliğidir. Bugün hak ihlallerinin doğurduğu olumsuzluklar, küreselleşen dünyada sınırları aşarak “ dünyanın insanlık sorunu” haline gelmeye başlamıştır. Başka bir anlatımla ülkeler hak ihlallerini bu benim “içişim”dir düşüncesi ile üstünü kapatamıyor. Uluslararası kuruluş ve kurumların da aracılığı ile “hak ve özgürlükler” oluşturulan “ ortak vicdanın” denetimi altına girmiştir. Kaynağı ne olursa olsun hak ihlallerinin doğurduğu öfke, ya da beslediği kin ve nefret duyguları dünya barışını tehdit eder hale gelmiştir. Baskıcı, dayatmacı otoriter ve totaliter iktidar güçlerinin doğurduğu küreselleşen bu öfkenin sonuçları ortadadır. Hak ihlallerinin, adaletsiz gelir dağılımının, baskı ve şiddetin egemen olduğu bölgelerde önemli fay hatları oluşmuş, zaman zaman kırılan bu hatlar, Kuzey Afrikada, Ortadoğu da Avrupa da ve Amerika’da farklı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bu tablo, ihlal edilen hak ve özgürlüklerin bir noktada potansiyel gücünü de ortaya koymaktadır. Gelişen bu olaylar insanlığın ortak paydası olan “insanlık onurunun” gerektiğinde nükleer bir güç etkisine dönüşebileceğini haber vermektedir. Ancak biraz önce ifade edildiği gibi, hak ve özgürlükleri koruma ve kollama görevi bulunan tarafsız yargının etkin ve süratli müdahalesi varsa sistemden endişe duymaya gerek yoktur.

Değerli Konuklar,

Hak ihlalleri sonucu doğacak olumsuzlukları önlemek üzere getirilen pozitif hukuk kurallarının yalnız başına yeterli etkiyi gösteremediği yaşanan bir gerçektir. Pozitif hukuk kurallarının sorun çıktıktan sonra gösterdiği etki, onun “onarıcı niteliği”ni zayıflatmaktadır. Böyle bir durumda önleyici ve caydırıcı bir alan yaratmak için sevgi ve hoşgörü ikliminde gelişen, insani ve ahlaki değerlerin yardımı kaçınılmazdır. Bu nedenle şu çatı altında yetiştirdiğiniz geleceğin teminatı değerli gençlerimizin ruh kökünü ve onuru’nu bu değerlerle beslemek zorunluluğu açıktır. Geleceğin yöneticisi, askeri hakimi ve öğretmeni gibi meslekler edinerek ülke idaresinde görev alacaklar bu donanımla teçhiz edilmedikçe en ileri Anayasaları ya da yasaları da yapsanız topluma onurlu bir hayat yaşatamazsınız.

Hak ve özgürlük konusunda yargıya düşen görevin ağırlığı karşısında bazı gerçeklerin altını çizmek istiyorum. Yargı; bireylerin kendi aralarında, yada bireylerin devletle olan çatışmaların da hakem-organ sıfatı ile hukuku adalete dönüştüren organlardır. Hukuk devletinin vicdanıdır. Bağımsızlığı, tarafsızlığı ve adaleti ile vicdanları sükunete kavuşturandır. Bunu başarabildiği ölçüde barış üretir. Aksi takdirde sorun çözme yerine toplumsal barışı tehdit eden bir unsur haline gelir. Yargının gücü yerine, güçlünün hukukunun hakim olması halinde hukuk dışı yöntemlerle sorunları çözme eğiliminin artacağı kesindir. Siyasete lojistik destek sağlama gayretleri yargıyı itibarsız kılmaktan başka sonuç doğurmaz.

Yargı son sözü söyleyen güç olması nedeniyle onun bağımsızlığı ve tarafsızlığı hayati önem taşır. Hakim görevi başında dostluk ve düşmanlık duygularından kendini arındırmak zorundadır. Mahalle baskısı, konjonktürel olaylar vicdanına hükmedemez. Aksi halde toplumu sorunlarından arındırma gibi görevini yapamaz hale gelir.

Yargının ideolojik vesayetin işgaline uğraması nedeniyle ülkeye verdiği zararın en acı örnekleri hafızalardan silinmemiştir. Bu işgal devam ettiği sürece bunları yaşamaya devam edeceğiz. Söz konusu ideolojik işgalin sahibi, düşüncesi ya da kutsalları kim ve ne olursa olsun bu sonuç değişmeyecektir. Dün hak ihlaline uğramış mazlumlarla bugün aynı ihlalleri yaşayan insanların kimliklerinin farklı olması bu bakışımızı değiştirmemelidir. Sadece yargı değil, onur sahibi olan herkesin haksızlığa ve ihlale karşı çıkması insanlık borcudur. Zira barışın teminatı olan her türlü farklılığın birlikte yaşama iradesini ancak, başkalarının hak ve özgürlüklerini savunan onurlu insanlar hayata geçirebilir.

Bu ihlallere karşı, hak ve özgürlüklerin mahkemesi olarak bilinen Anayasa Mahkemelerinin sorumluluğu öncelik taşır. Bu nedenle 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 148. maddesine eklenen yeni bir fıkra ile “herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilme” imkânına kavuşmuştur.

Bireysel başvuru ya da anayasa şikâyeti, anayasa’da belirtilen temel hak ve özgürlüklerin yasama, yürütme ve yargı organları tarafında ihlal edilmesi durumunda, bireylerin başvurdukları olağanüstü bir kanun yolu olarak tanımlanmaktadır.

Anayasa Mahkemesinin bu tarihi süreçte kendisinden beklenen “özgürlüklerin mahkemesi” işlevini yerine getirebilmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan çok sayıdaki başvuru ve bunun sonunda verilen ihlal kararlarının azaltılabilmesi için bireysel başvuru hakkının tanınması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu zorunluluk, sadece yasama ve yürütme organlarının tasarruflarını değil, egemenlik yetkisi kullanan ve insan onurunu korumakla görevli yargı organlarının da sebep olduğu hak ihlallerinin denetimsiz kalmaması anlayışından doğmuştur. Bireysel başvurunun özellikle Anayasa yargısının gelişmesine çok önemli zenginlik katacağına, temel haklar konusunda Türkiye’deki uygulama ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki anlayış farkının ortadan kalkmasına imkan sağlayacağına olan inancımı belirmek isterim.

Esasen bu değişiklikle Anayasa koyucunun iradesi de, uluslararası özgürlük standartlarının iç hukukta uygulamaya geçirilmesini sağlamaktır. 2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri uygulamaya geçirilmeye çalışılmışsa da, bu konuda gerekli olan denetimin yetersiz kalması beklenen sonucu doğurmamıştır. Bireysel başvuru yolunun bu denetim açığını kapatacağı konusundaki beklentiler oldukça yüksektir.

Bu bağlamda; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ ne yapılan başvurular ve sonuçlandırılan davalar bakımından ülkemizin istatistikî durumunun ele alınmasında yarar bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin faaliyet raporuna göre, 2011 yılı sonunda Mahkemenin önünde bulunan 120.000 derdest dosyanın 20.000 adedini Türkiye aleyhine yapılan başvurular oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Mahkemenin bakmakta olduğu dosyaların çok önemli bir bölümü Türkiye’ye ilişkindir. Bu rakamlardan anlaşılıyor ki, Türkiye Rusya’dan sonra aleyhine en çok başvuru yapılan ülke konumundadır. Son on yıl içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği toplam 10.000 yakın ihlal kararının 2475’i ülkemize ait olup, daha da önemlisi, bu kararlarının yarısından fazlası adil yargılanma hakkının ihlali ile ilgilidir. Köklü bir Anayasa yargısı geleneğine sahip olan ülkemiz açısından bu tablo, bağımsız, tarafsız, hızlı, etkili, verimli adalet dağıtan bir yargı sisteminin önündeki engellerin kaldırılmasının hayati bir yükümlülük olduğunu göstermektedir.

Hemen belirtmeliyim ki bireysel başvuru Anayasamız gereğince 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşecek olan yargı kararlarına karşı kullanılacak bir olağan üstü kanun yoludur. Kuşkusuz, bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesinin temyiz mahkemesi gibi çalışması söz konusu değildir. Anayasamızda açıkça belirtildiği gibi bireysel başvuru ancak, tüm yargı yolları tüketildikten sonra yapılabilecek, Anayasa Mahkemesi’nin denetimi ise yasaların uygulanmasında tercih edilen yorumun, kişinin Anayasa’da yer alan temel hak ve özgürlüğünü ihlal edip etmediğiyle sınırlı olacaktır. Anayasa Mahkemesi hiçbir koşulda olay incelesi, eylem tanımlaması veya uygulanacak yasanın saptanmasıyla ilgili hüküm kurmayacaktır. Uzman mahkemelerin yetkilerine Anayasa Mahkemesi’nin müdahalesi söz konusu olmayacağından, yeni bir temyiz yolundan da söz edilmeyecektir.

Bireysel başvurunun etkin bir şekilde uygulanması hak ve özgürlüklerin standartlarını evrensel düzeye yükseltecektir. Bu usulün işlemeye başlaması ile “bir yandan bireylerin sahip oldukları temel hak ve özgürlüklerin daha iyi korunması ” sağlanacak, diğer yandan da kamu otoritelerinin temel hak ve özgürlüklere daha duyarlı bir davranış ve tutum sergilenmesinin yolu açılacaktır.

Anayasa şikayeti yolunun, bireylerin “ temel haklarının güvencede olduğu inancını” kuvvetlendirdiğini, “kamu gücü karşısında sahipsiz ve güçsüz olmadığı bilincini” oluşturduğunu ve “devlet organlarının işlemlerinin ve eylemlerinin ancak, temel haklara saygılı olmak koşuluyla kabul edilebileceği düşüncesini” güçlendirdiğini, Anayasa Mahkemesi’nin sadece Anayasa’nın değil, aynı zamanda bireysel temel hakların da bekçisi olarak görüldüğünü sağlamak noktasında, önemli bir süreç olduğunu söyleyebiliriz.

Değerli Konuklar

Yeni getirilen bu sistem nedeniyle Anayasa Mahkememiz bir yıldır ciddi bir hazırlık dönemi geçirmiştir. Avrupa Konseyi ile yapılan ortaklaşa projeler kapsamında konuyla ilgili eğitim çalışmaları tamamlanarak 23 Eylül 2012 tarihi itibariyle yeni sistem aziz milletimizin hizmetine hazır hale getirilmiştir. Anayasa Mahkemesindeki değerli meslektaşlarımızın özverili gayret ve çalışmaları ile vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerinin önünde çağ dışı kalmış tüm engellerin kaldırılacağına olan inancımı belirtmek isterim.

Bireysel başvuru yolunun başarılı olabilmesi için diğer hak arama yollarının etkin bir şekilde işletilmesi ve bütün devlet organlarının ortak irade ile hareket etmesi gerektiğini söylemek yanlış olamayacaktır. Zira, insan onurunda derin yaralar açan, sanıkların makul bir sürede yargılanma hakkı, masumiyet karinesi, tutukluluk süresi, etkin savunma hakkı, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişinin hakkındaki suçlamaları öğrenme ve bilgilendirilme hakkı gibi başlıklar altında ifade edebileceğimiz adil yargılanma konusundaki ihlallerin Türkiye’yi Avrupa Mahkemesi nezdinde çok ciddi sıkıntılara soktuğunu göz ardı edemeyiz.

Sevgili gençler,

Bu sene Cumhuriyetimizin kuruluşunun 89’cu yılını idrak edeceğiz. 1968 yılında üniversitelerde başlayan terör hareketlerini başlangıç olarak kabul ederseniz, Cumhuriyetin 89 yıllık ömrünün 45 yılını terör örgütleri ile mücadele ederek geçirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yaşadığımız bu teröre komşularımızın ve yabancı ülkelerin yardımlarını da hesaba katarsanız belanın boyutlarını ortaya çıkarabilirsiniz. Başta bu uğurda can vererek bedel ödeyenler olmak üzere, ülkemizin sosyal, siyasal ve ekonomik alandaki hesabı yapılmayan kayıpları gözetildiğinde, bu devletin ne kadar güçlü bir bünyeye sahip olduğunu tesbit edebilirsiniz. Bu kadar ağır olumsuzluklara rağmen, olgunluğundan vakarından ve onurundan hiçbir şey kaybetmeden olayları büyük bir sabır ve soğukkanlılıkla takip eden aziz milletimizin varlığı en büyük şansımız olmuştur. Son yıllarda ekonomik, sosyal, demokratik ve hukuk dünyasında yaşanan olumlu gelişmeler kötümser olmamızı gerektirmiyor. Bu yuvadan aldığınız ışıkla ülkemizin yarınlarını daha da aydınlatmak üzere hizmet nöbetini sizlere devredeceğiz. Çağı yakalama inancıyla hazırlayacağınız, evrensel değerlerle örtüşen ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal çözüm projelerinizi insan onurunu yüceltmek üzere şimdiden hazırlamaya başlayınız. Bilginize, inancınıza ve taşıdığınız insanlık onuruna güveniyoruz. İnanıyorum ki bu değerler size yanlış yaptırmayacaktır.

İnsan haklarına dayalı, hak ve adalet kavramlarını hayata geçirmiş, kanun devletinin dar kalıplarından arınmış, çoğulcu, katılımcı ve hoşgörülü demokrasinin gerçekleştiği, hukuk devletinin tüm kurum ve kuralları ile uygulandığı bir ülkede yaşamanız dileği ile Erzurum Atatürk Üniversitesinin yeni öğretim yılında sizlere en içten sağlık, esenlik, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
25/04/2012

Sayın Cumhurbaşkanım,

Yurtdışından gelen elliyedi Ülkenin çok değerli Anayasa Mahkemesi başkanları, üyeleri ve beraberindeki misafirler,

Saygı değer konuklar,

Değerli basın mensupları,

25 Nisan 1962 yılında kurularak çalışmaya başlayan Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesinin 50. Kuruluş Yıldönümünde sizlerle beraber olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Katılmakla sefa getirdiniz, Onur verdiniz, güç kattınız. Bu nedenle şahsım ve T.C. Anayasa Mahkemesi adına şükran borcumuzu yerine getirirken hepinize saygı ve sevgiyle hoş geldiniz diyorum.

Mahkememizin 50. Yıl tören ve etkinliklerine dünyanın dört kıtasından gelen ülkelerin Anayasa Mahkemesi veya anayasa yargısı görevini yürüten Yüksek Mahkeme başkan ve üyeleri ile başta Lahey Adalet Divanı Üyeliği yapmış saygın hukukçu Ürdün Başbakanı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı, Venedik Komisyonu Başkanı ve Afrika Anayasa Yargısı Konferansı Başkanı olmak üzere, tüm konuklarımızın bu mutlu günümüze katılmış olmaları bizleri ziyadesiyle onurlandırmıştır.

T.C. Anayasa Mahkemesinin 50. yaşını idrak ettiği bu onurlu günümüzde mahkeme üyeliğine seçilen iki değerli arkadaşımızın and içerek aramıza katılmaları hem gücümüzü hem de sevincimizi bir kat daha arttırmıştır. Danıştay’da uzun yıllar görev yaptıktan sonra seçilen Sayın Muammer Topal, erdemli kişiliği, çalışkanlığı ve birikimleriyle mahkememiz için yeni bir soluk olacaktır. Üniversite kontenjanından seçilen, Anayasa hukukunda yaptığı çalışmalar ve özgürlüğü esas alan yaklaşımlarıyla kamuoyunun yakından tanıdığı değerli bilim adamı Sayın Prof. Dr. Zühtü Aslan’ın aramıza katılmış olması evrensel nitelikte değer taşıyan yorumlarıyla anayasa yargısına güç katacaktır. Her iki meslektaşımızın da çalışma dönemlerinde çağdaş yorumlarıyla sorun üreten değil, sorun çözen mahkeme anlayışına destek vereceklerine, temel hak ve özgürlükleri her türlü değerin üstünde tutarak, demokratik hukuk devletinin tam bir tarafsızlık içinde koruyucusu ve güvencesi olacaklarına inancımı belirterek, yeni seçilen üyelerimizi kutluyor başarılarının devamını diliyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım

Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi bugün elli yaşındadır. Geride bıraktığımız yarım asır içinde, neler yaptığı yada neler yapmadığı hukuk tarihine ve aziz milletimizin vicdanlarında, kayıtlara geçmiştir. Mahkemenin elli yıllık çalışmasının bilançosunu çıkartarak bunların değerlendirmesini yapmak bizlere düşmez. Siyaset bilimcileri, değerli hukukçular, ve ilgili olan herkes, Mahkemenin elli yıllık tarihini yargılayarak olumlu ya da olumsuz nerede durduğumuzun tespitini yapacak, geleceği aydınlatma adına bizlere ışık ve yön verecektir.

Anayasa Mahkemelerinin varlığı, devlet iktidarının sınırlandırılması ve siyasi otorite ile bireylerin temel hak ve özgürlükleri arasında olması gereken evrensel ölçülere uygun denge sisteminin kurulması, böylece “insan onuru”nun güvence altına alınması ihtiyacından doğmuştur. İnsanlık onurunu doğrudan etkileyen, hak ve özgürlük ihlalleri mahkemelerin adil kararlarıyla giderilmiş olur. Kabul etmek gerekir ki mahkeme kararlarının herkesi aynı şekilde memnun etmesi beklenemez. Bu süreçte mahkemeler, verdiği kararları alkışlayanlar ile acımasızca eleştirenlerin tepkisiyle karşı karşıyadır.

Ancak belirtmek gerekirse, mahkeme üyelerinin onur ve özveriyle yürüttükleri görevleri sırasında verdikleri kararlarının taraflardan kimi sevindirdiğini, yada üzdüğünü düşünmediklerini ve ilgilenmediklerini herkesin bilmesini isteriz. Hakaret ve suç içermeyen her türlü eleştiri bizim için azizdir. Ve saygı ile karşılıyoruz. Dahası, mahkemelerin kendilerini gözden geçirmeleri ve içtihatlarını geliştirmeleri açısından eleştiri yapılmasında esasen fayda da görüyoruz. Eleştirinin, şok düşünce ve sarsıcı ifadelerin olmadığı bir sistemi demokrasi kavramıyla tanımlayamayız. Demokratik bir sistemde yargı kendine güvenen, risk alan, sorunlara çözüm üreten, bireysel ya da toplumsal öfkeyi sakinleştiren fonksiyonu nedeniyle böyle bir duruş sergilemek zorundadır. Amacımız temel hak ve özgürlükleri doğal yapısından uzaklaştırmadan tam olarak kullanılır hale getirmektir. Anayasa Mahkemeleri; Anayasal çizgiyi esas almak suretiyle siyasi aktörler arasında hakemlik fonksiyonunu yerine getirirken, taraflara lojistik destek sağlayan bir kurum olamayacağı gibi, milletin iradesini temsil edenlere çelme takma yeri olarak da kullanılamaz. Bazılarının mutluluğunu arttırmak için başkalarının özgürlüklerinin özünü zedelemek gibi bir yanlışlığa da izin verilemez.

Özgür düşüncenin ve eleştirinin olmadığı yerde dogmatizmin saltanatı ve “tek doğru” anlayışı vardır. Bu anlayışın, farklı olanların bir arada yaşamasına, bilimsel ve toplumsal gelişmeye nasıl engel olduğunu tarihi tecrübeler acı bir şekilde bize göstermiştir.

İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, yoğun bir şekilde yaşanan tecrübe ve gelişmelerden sonra, insan haklarına yönelik ulusal ve uluslararası korumanın daha etkin hale gelmesi zorunludur. İnsan hak ve özgürlüklere, ulusal düzeyde koruma sağlanamadığı takdirde uluslararası kuruluşların devreye girdiği bilinmektedir. Bu nedenle özellikle anayasa şikayetinin kabul edildiği ülkelerdeki anayasa mahkemelerinin hak ihlallerini giderici yönde etkin çalışması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası yargı organlarının ikincil niteliğine uygun olacak ve bu organların iş yükünü hafifletecektir.

Hak ve özgürlükler artık evrenseldir. Onları derinleştirmek, tehditler karşısında güvence altına almak Anayasa mahkemelerinin temel görevidir. Anayasa yargısının özü; ırk, renk ve inancı ne olursa olsun, insan olma ortak paydasına sahip olan herkesin onurunu yüceltmektir. Zira kainatın özünün insan, insanın özünün de onuru olduğunun bilincindeyiz.

Sayın Cumhurbaşkanım,

12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda kabul edilen Anayasa değişiklikleriyle Anayasa Mahkemesinin yapısında ve görev alanında önemli değişiklikler yapılmıştır. Anayasanın 148. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde belirlenen temel hak ve özgürlüklere denk düşen anayasamızdaki temel hak ve özgürlüklerin, bir kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla bireyler, Anayasa Mahkemesine şikayette bulunabileceklerdir. Bu şikayetleri incelemek ve sonuçlandırmak üzere mahkeme bünyesinde iki bölüm oluşturulmuş ve bölümlerin 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren başvuruları kabul etmeye başlayacağı kurala bağlanmıştır. Hak ihlaline uğrayanların umut ve beklentilerini arttıran, bu olağanüstü kanun yolunun işlerlik kazanması için hazırlıklarımız hızla devam etmektedir. Bu bağlamda, Avrupa Konseyi Ankara temsilciliği ile yapılan projeler kapsamında, başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere, bireysel başvuru yolunun başarıyla uygulandığına inandığımız, Federal Almanya ve İspanya Anayasa Mahkemelerinin uygulamalarını yerinde incelemek ve araştırmak üzere hakimlerimiz altı aydır bu ülkelerde çalışmaktadır.

Anayasa Mahkemesinin kuruluş Yasası da Anayasadaki değişikliklere uygun olarak parlamentodan geçmiş ve uygulanmaya başlanmıştır. Mahkeme işleyişine ilişkin içtüzük taslağı hazırlanmış ancak, bireysel başvuruya ilişkin esas ve usuller konusunda düzenlemeler yapılmak üzere, yurt dışından gelecek hakimlerimizin yeni önerileri için beklemeye alınmıştır. Bireysel başvurunun başarı ile uygulanmasında doğrudan ilgili gördüğümüz, işlemlerin elektronik ortamda yürütülmesi konusunda Adalet Bakanlığımızın UYAP sistemi ile bağlantı kurulmuş, bilgisayar programlarının yapımı için anlaşma sağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin bilgi işlem merkezini, temel hak ve özgürlüklerle ilgili dünyadaki tüm gelişmeleri yakından izleyecek her türlü bilgi, belge, karar ve dökümana ulaşılabilecek bir merkez haline getirmek üzereyiz. Avrupa Konseyi ile yapılan proje kapsamında yurtdışı ve yurt içinde bireysel başvuru konusunda uzmanlaşmış hukukçularla üye ve raportörlerimizin yuvarlak masa toplantıları yoğun bir şekilde devam etmektedir. Türk Hukuk sistemine ilk defa giren bireysel başvuru gibi önemli bir hak arama yolunun, bütün ayrıntılarıyla yasal bir düzenlemeye bağlı tutulmasının zorluğu açıktır. Ayrıntıların ve uygulama aşamasında oluşacak bazı boşlukların mahkemenin içtüzüğü ve içtihatlarıyla şekilleneceğinin kabulü gerekir.

Bireysel başvurunun “etkin bir denetim yolu” haline gelmedikçe, hukuk dünyası tarafından kabul görmeyeceğinin bilinci içindeyiz. Bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve onu uygulayan Mahkemenin bugüne kadar verdiği kararlarla Anayasamızda bunlara denk düşen temel hak ve özgürlükler arasında “öz yönünden” uyum sağlanma zorunluluğunun önemi açıktır. Anayasamızın 90. maddesine göre, ulusal yasalarla, temel haklar içeren uluslararası antlaşma hükümlerinde farklı anlayışların ortaya çıkması halinde, uluslararası antlaşmaların esas alınacağı konusundaki düzenleme, “öz yönünden uyum konusunda” büyük bir imkan sağlayacaktır. Bu anayasal imkanlar kullanılmak suretiyle Türk Anayasa Mahkemesinin temel hak ve özgürlükler konusunda, yerleşik “evrensel standartlarla” örtüşen kararlar üreteceğine inancımı belirtmek isterim. Anayasa Mahkemesinin etkin bir denetim yapabilme konusundaki başarısının ancak adli, idari ve askeri yargı alanında yapılacak olan yargı reformlarıyla yakından ilgili olduğunu vurgulamadan geçemeyeceğim. Türk Yargı sisteminde yıllardır oluşmuş tıkanıklıklar giderilmedikçe, adil yargılanma konusunda bireysel başvuru yolunun başarı şansının, oldukça düşük olduğunu üzülerek belirtmek zorundayım.

Sayın Cumhurbaşkanım

Mahkememizin kuruluşunun 50. yılında misafirimiz olan ülkelerin çok değerli mahkeme başkanları ve üyelerinin katıldığı sempozyum konusunu dünyadaki gelişen hak ve özgürlük hareketlerine ayırarak, bu alanda yaşanan sorunlara çözüm üretecek bir hukuk şölenine dönüştürmek istedik.

Bu bağlamda, tespit edilen sempozyum konusuna da uygun olarak hak ve özgürlükler üzerinde ciddi bir tehdit oluşturan “birikmiş öfke ve nefret duygularının” altını çizerek dikkatlerinize sunmak istiyorum.

İnsanlığın varoluşundan itibaren bireysel, toplumsal ve küresel öfke birikiminin olduğu bir gerçektir. Bu birikim, bazen yükselerek bazen de makul ölçüler içinde kalarak hayatımızın bir parçası olmuştur. Çoğu zaman nefrete de dönüşebilen bu öfkeye ırk, dil, din, renk, mezhep, ideoloji, her türlü ayrımcılık ve adaletsiz gelir dağılımının kaynaklık ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Saydığımız kaynakların beslediği öfke, insanlığın var oluşunun gerekçesi olan, temel hak ve özgürlüklerimiz için her zaman tehdit unsuru olmuştur. Bunlara dayalı hak ve özgürlük ihlalleri dünyanın birincil sorunu olmaya devam etmektedir.

İşte bugün, sözkonusu ihlallerin geldiği noktayı konuşmak, çözüm projeleri sunmak ve belirtilen sorunla doğrudan ilgili olan dünya ki Anayasa Mahkemelerinin rolünü görüşmek üzere, mahkememizin ellinci kuruluş yıldönümünün bize verdiği eşsiz fırsattan faydalanmak istiyoruz. Dünya barışının buradan çıkacak mesajlara ihtiyacı vardır.

Toplumun bir arada yaşama koşullarını düzenleyen Anayasalar ile buna uygun çıkarılan yasalar, onurlu bir hayatın nasıl olması gerektiği konusunda kapsamlı pozitif kurallar içermektedir. Ancak, bu pozitif kuralların, yaşanan hak ve özgürlük ihlallerini yalnız başına çözemediği herkesin kabul edeceği açıklıktaki bir gerçektir. İnsani ve ahlaki değerlerin destek vermediği kuralların sorun çözme şansı oldukça düşüktür. Kuralların sorun çıktıktan sonraki aşamada gösterdiği etki, onarıcı niteliği olsa da yetersiz kalıyor. Önleyici ve caydırıcı bir alan yaratmak için, sevgi ikliminde gelişen insani ve ahlaki değerlerin yardımı kaçınılmazdır. Hak ihlalleri bireylerin önce vicdanlarında sessiz bir devrime sebep olmakta, sonra da meydanlarda eyleme dönüşerek seslendirilmektedir. İşkenceye uğramış insanların onur sesine, bizlerinde hep beraber, insan onurunu koruyan kararlarımızla cevap vermemiz gerekir.

Doğuştan sahip olduğumuz ve insanoğlunun en değerli varlığı olarak tanımlanan “insanlık onuru”nu güvence altına alan Anayasalar ve yargı organları bu değeri koruyabildikleri ölçüde ölümsüzleşiyorlar. Bireyin sadece kendisinin, ya da ait olduğu topluluğun, hak ve özgürlüklerinin savunduğu bir düzeni demokratik sistem adı ile ifade edemeyiz. Her türlü farklılıkların birlikte yaşama iradesini ancak, başkalarının haklarını savunan onurlu insanlar hayata geçirebilir. “Söylediklerinize katılmıyorum ancak, ifade özgürlüğünüzü ölünceye kadar savunacağım” diyen Voltair, tarihte bu çağrıya en özlü karşılığı veren büyük eylemcilerden biridir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Bireyin hayatını anlamlı kılan, ona yaşama sevinci veren düşünceyi ifade etme özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğünü dışarıya yansıtmadan, bireyin iç dünyasında kalması gerektiğine indirgeyen anlayışlar toplumda hiçbir zaman kabul görmemiştir. İnsanlık tarihi, bu iki özgürlüğün yaşam hakkından bile önce geldiğini belgeleyen olaylarla doludur. Sözünün engellenmesini ölümle eş tutan büyük düşünür ve gönül ereni Yunus Emre de;

Behey Yunus, sana söyleme derler

Ya ben öleyim mi söylemeyince

diyerek bu özgürlüğün vazgeçilmez boyutunu insanlığa iletiyordu.

Bireyin iç dünyasından çıkmamış ve toplumun beğenisine sunulmamış bir düşüncenin ya da inancın anayasal korumaya zaten ihtiyacı olamaz. Kendini ifade edebilmek, vicdanı özgürleştirmek, savaş yerine barış getirir. Bunun için özgürlükler adına duyulan korku ve kaygıları göz ardı edemeyiz. Düşünceyi ifade ve inanç özgürlüğü için çizilmiş sınırlar, o ülkenin demokratik sicilinin belirgin ölçütüdür. Evrensel kavramlara farklı anlamlar yükleyerek “evrensel dil” ortaklığımızı ortadan kaldırmadan, bu dilin imkanlarını kullanmak suretiyle birbirimize ulaşabilmeliyiz.

İnsanlık onuruna saygı, insanların ne düşüneceğine, neye inanacağına ve nasıl bir hayat tarzını seçeceğine kendisinin karar vermesini zorunlu kılar. Esasen anayasa yargısının meşruiyeti de, bireylerin bu tercihlerini güç sahiplerine karşı koruma konusunda gösterdiği başarıya bağlıdır.

Siyasi önderler ve gücü elinde tutanlar savaş dilini değil, barış dilini tercih ederek kalplerin yumuşamasına katkı sunmalıdır. Zira, gücü elinde tutanlar sevgi ve merhamet duygularını içinde barındıran “ana yürekli” olmaya herkesten daha çok zorunludurlar. Demokrasinin, kutsal kitapların ve tüm öğretilerin insanlığa sunmaya çalıştığı sevgi, hoşgörü ve uzlaşma kültürünü ancak bu yüreklerde yetiştirebiliriz.

Öfkenin ve nefretin yürek toprağına saçtığı tohumların nerede ne zaman yeşererek, hangi masum ve mazlum insanlara gözyaşı döktüreceğini bilemezsiniz. Unutulmamalıdır ki adil olmayan kralların çocukları bu tehlikeye daha yakındır. Özgürlüklere ilişkin sorunların ulusal sınırlar içine hapsedilerek ülkelerin “iç işi” olma niteliği oldukça zayıflamış, artık, tüm dünyanın katıldığı ortak vicdanın denetimi altına girmiştir. Yaşanan hak ihlallerinin doğurduğu sorunların biriktirdiği küresel öfke, dünyada önemli fay hatları oluşturmuş özellikle son yıllarda Kuzey Afrika hattındaki kırılmalar, otoriter ve totaliter yönetimlerin hukuk dışı varlıklarını ortadan kaldırmıştır. Sonuçta, demokrasinin kendine yapılmış müdahalelerin hesabını er veya geç sormaktan çekinmediğini yakın tarihteki olaylar bize göstermiştir.

Demokrasi, bu sorunlara çözüm olarak demokratik sabır, hoşgörü ve güven ortamında tanışmayı, konuşmayı ve uzlaşmayı öneriyor. Ve diyalog çağrısı yapıyor. Bağlantı kurulamaz ise tanışamayız ve sevginin gücünden faydalanamayız. Eflatun’un ifade ettiği gibi diyalog “doğruyu tespit etme yöntemidir”. Ötekini yenerek zafer kazanma duygusunun karıştığı diyalog kültürü sorun çözemez. Anayasa Mahkemeleri, verecekleri mesaj ve kararlarıyla sevgi ve hoşgörü eksenindeki bir iklimi yaşatmaya devam etmelidir. Yeri gelmişken geciken bir teşekkür borcumuzu burada ödemek istiyorum.

Tarihte kalmış olayların kin ve nefretini günümüze taşıyarak, ülkeler arasında yeni sorunlar doğuracak bir yasayı, verdiği kararla ortadan kaldıran Fransız Anayasa Konseyinin insanlık onuruna bağlılığını ve katkısını şükranla anıyor, imza atanları yürekten kutluyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Çok değerli konuklar.

Demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur. Tüm Anayasa Mahkemeleri karşılıklı anlayış ve işbirliğine dayanan bir dünyada yaşamak için kendilerine düşen görevi yapmanın bilinci içindedir. T.C. Anayasa Mahkemesi de, 50. kuruluş yıldönümüne katılarak verdiğiniz güçle hoşgörünün, uzlaşmanın insan haklarının, hukuk devletinin, ülkemiz ve dünya barışının bekçisi olmaya devam edecektir.

Başta zatıalileri olmak üzere, katılan tüm konuklarımıza ayrı ayrı teşekkür ediyor, gülümseyen daha aydınlık bir Türkiye’de ve Dünyada buluşmak dileği ile saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
02/04/2012

Değerli konuklar

Yasama, yürütme ve yargı organlarının kendi görev alanlarına ilişkin sorunları ve dünyadaki gelişmeleri konuşmak ve bunları analiz ederek rafine edilmiş çözüm yollarına ulaşmak amacı ile yaptıkları etkinliklerden birinde daha buluşmanın kıvancını yaşıyoruz. Yargı organlarının ve Adalet Bakanlığımızın son yıllarda uluslararası düzeyde yaptıkları bu tür başarılı organizasyonların dikkat çekici şekilde artması ülkemiz adına umut verici önemli bir gelişmedir. Bizlere bu sevinci ve umudu hissettiren Adalet Bakanlığımızın değerli mensuplarını yürekten kutluyor, emeği geçenlere şükranlarımı sunuyorum.

Sempozyumun konu başlıklarına bakıldığında ülkemizde hak ve özgürlükler konusunda yükselen bir bilincin varlığını görmekteyiz. Bu bilincin doğurduğu sorunlara çözüm yolları arama çabalarını ise, ülke ve dünya barışına katkı verecek projeler kapsamında değerlendirmek gerekir. Din, dil, ırk farkı gözetilmeksizin yargı dünyasının sorunlarına derman olacak çareleri konuşmak üzere bizleri bir araya getiren gücün, sahip olduğumuz ortak insanlık onur ve bilincinden kaynaklandığı açıktır.

Yargıyı bir cümle ile tanımlamak gerekirse “yaşanmış gerçeklere ulaşma sanatı”dır da diyebiliriz. Bu gerçeklere ulaşmakla hak ve özgürlükleri ihlal edilmiş olanların haklarını zamanında ve adilce teslim etmiş oluruz. İşte bugün, bu sanatın icrası sırasında ortaya çıkan engellerin kaldırılması için gelişen teknikler konuşulacak, böylece, yargının asli görevi olan yaşanmış hak ihlallerini ortadan kaldırmak için “vicdan birliğini” sağlamış olacağız. Yargının topluma sunduğu yegane ürünü adalettir. Ve bu ürünün alternatifi de yoktur. Adalet hizmetlerinin onarıcı niteliği, üretim kalitesi ve zamanında dağıtımın varlığı ile güç kazanır. Aksi durum bunalım, kaos ve vicdanları isyana sürüklemekten başka sonuç doğurmaz. İşte “hukukun haksızlığı” olarak da tanımlayacağımız bu kaotik duruma çözüm bulma zorunda olduğumuzu belirtmek isterim.

Değerli konuklar

Yargının ve onun aktörleri olan hakim, savcı ve avukatlarımıza ilişkin sorunların başlangıç noktası hukuk eğitimi ile kendini göstermektedir. Ayrıntılarının sempozyumda tartışılacak olması nedeniyle sadece bir konunun altını çizerek geçmek istiyorum.

Hukukçu; bireyleri, toplumu, devleti, kurumları, kültürleri, alışkanlıkları ve doktrinleri, kendi parametreleri içinde mütemadiyen keşfetmek ve bu olguların aralarındaki uyumu her seferinde yeniden sorgulamak zorundadır. Ancak, hukuk fakültelerinde sürdürülen “teknik bakış” yoğunluklu eğitim anlayışı buna imkan vermemekte, hukukçunun analiz etme, yenileme ve hukuku reel dünyaya oturtma konusundaki iradesini zayıf bırakmaktadır.

Başta anayasalar olmak üzere, pozitif kuralların zemin etüdünü yapan hukuk sosyolojisi ile bunların vicdani başarısı ve psikolojik arka planını ölçerek adil bir yörüngeye oturtan hukuk felsefesinin yeterince ve hak ettiği ölçüde eğitim sürecinde yer almaması endişe verici bir eksikliktir. Söz konusu teknik bakış yanında, hukukçunun vazgeçilmez kaynağı olan felsefi ve sosyolojik bakış, aynı ağırlıkta buluşturulmalıdır. Zira hukuksal kavramları ancak bu yöntemle besleyebiliriz.

Türk yargı dünyasında yaşanan büyük sorunların, uygulama sürecinde yaşanan olumsuzluklardan kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Hakimin tarafsızlığının sağlanamaması, mesleki eğitimdeki eksiklikler, evrensel değerlere uzaklık gibi nedenler “uygulamada” toplumu ikna edecek güçlü kararların çıkmasına imkan vermemektedir. Doğan bu boşluk her seferinde siyaset kurumlarınca yasal düzenlemeler yapılmak suretiyle doldurulmuş ve yargının yorum alanı daraltılmıştır. Bunu bir şekilde yargıya olan güvensizlik olarak da tanımlayabilirsiniz. Yargının hesabını veremediği sınır tanımaz uygulamaları ağır bedeller ödenmesi sonucunu doğurmuş, anayasa ve yasalarda radikal değişimlerin yapılmasının haklı nedenini oluşturmuştur. Dün yargının siyaseti kuşatma gayretlerine karşı çıktığımız gibi bugünde siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz.

Değerli Konuklar

Hakimler, yasaların ve kuralların dilidir. Bu dili nasıl kullanırsanız hukuk devleti ona göre oluşur ve gelişir. Hakimin iç dünyasındaki endişe, kaygı, korku, idolojik baskı, dostluk ve düşmanlık duygularından arındırılması, tarafsızlığın olmazsa olmaz koşuludur. Vicdanlar üzerinde oluşan bu işgaller kalkmadıkça bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşumunu sağlamak mümkün değildir. Hukuk; siyasal, kültürel, ve sosyal hayatı dönüştüren çok güçlü bir araçtır. Bu aracın dönüştürücü gücünü, toplumu hizaya sokan vesayetçi bir anlayış için değil, insan onurunu huzura erdiren hak ve özgürlüklerin adil dağıtımında tüketmeliyiz. Yapılacak reformların geçmişten intikam alma aracı olarak kullanılması gibi bir yanlışlığa da düşülmemelidir. Aktörleri değişmiş yeni vesayet odaklarının oluşmasına imkan vermeyen samimi değişimlere inanmak istiyoruz. Toplumun ve dünya barışının buna ihtiyacı vardır. Bağımsızlık ve tarafsızlık sorunlarını çözmüş bir yargının, adil, makul ve ölçülü kararlarıyla uygulama sorunları ortadan kalkacak, oluşan bu güven ikliminde hak ve özgürlüklerin daha rahat yaşanması sağlanacaktır. Halkımızın mutluluğu adına evrensel değerlerle bütünleşmiş, her türlü siyasi ve ideolojik etkiden arındırılmış, hızlı ve etkin bir yargı ihtiyacı, konuşacağımız reform projelerini gerçekleştirmeyi zorunlu kılmaktadır.

Uyuşmazlıklar için yargıya intikal etmeden önce yeterli çözüm yollarının öngörülmemesi , yargılama aşamalarında ara kademelerin hayata geçirilemeyişi, yaşanan tıkanıklıkların sebeplerinden bazılarıdır.

Değerli Konuklar

Yargının kendi içinde kimi makamlara yaptığı seçimlerin usul ve esaslarının yeniden gözden geçirilmesinin önemini vurgulamak isterim.

Seçim psikolojisinin yargı mensupları arasında sürdürülen ilişki üzerindeki belirleyici etkisi, gruplaşmayı ve ayrışmayı da beraberinde getirmektedir. Yüksek yargıdaki seçim sisteminin objektif kriter ve meslek ilkelerine dayalı çözüm yolları ile yeniden düzenlenmesi ve seçimlik görevlerin sayısının azaltılması, yargının bağımsızlık ve tarafsızlık sorununa ciddi katkı sağlayacaktır.

Yargıda yaşanan ağır hiyerarşik yapının son değişikliklerle daha demokratik bir zemine oturtulması sevindirici bir gelişmedir.

Hukuk sistemimizde, temel hak ve özgürlüklerle ilgili evrensel anlamda önemli değişiklikler yapıldığını söylemeden geçemeyeceğim. Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle ulusal bir kanun hükmü, usulüne göre yürürlüğe girmiş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşma ile aynı konuda farklı hükümler içermesi halinde, milletlerarası antlaşmanın esas alınacağı öngörülmüştür.

Bununla, kamu gücü tarafından temel hak ve özgürlük ihlallerine karşı Anayasa Mahkemesine yapılacak bireysel başvuru yolunu açan değişiklikler birlikte düşünüldüğünde, olumlu bir sürecin başlayacağını umutla söyleyebiliriz. Bu yeni sürecin başarı şansı, hakimlerimizin uygulamaları ile yüksek yargının birikmiş dosya mağduru olma yükünden kurtulması için yapılacak reformlara bağlıdır.

Değerli konuklar

Hukuk sistemini geliştirirken yeni mazlum ve mağdur yaratmayalım. Farklılıklarla birarada yaşamanın yolu, başkalarının hak ve özgürlüklerini savunma erdemini göstermemize bağlıdır. Bilinmelidir ki bir mazlumun seher vaktinde döktüğü bir damla gözyaşının tanıdık silahların gücünden daha etkili olduğunu geçmişte yaşadıklarımız bize göstermiştir. Bunları yeniden yaşamak istemediğimizi belirtirken sabrınız için teşekkür ediyor sempozyumun başarılı geçmesi dileğiyle hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
15/11/2011

Değerli Konuklar

Adalet Bakanlığı bünyesinde Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğünde İnsan Hakları Daire Başkanlığının kurulması Devletin güvencesi altında olan bireylerin hak ve özgürlükleri adına sevindirici bir gelişmedir. Koruma ve kollama adına kurum ve kuruluş oluşturulması ancak etkin ve fonksiyonel bir çalışmanın varlığı ile anlam kazanır. Yeni oluşturulan bu dairemizin de bireylerin onur mücadelesine önemli katkılar sunacağına inanıyor çalışanlarına başarılar diliyorum.

Ülke sevdalısı olan herkesin her vesile ile dile getirdiği yargının sorunları ve çözüm önerileri konusunda söylenmemiş sözün kalmadığı hepimizce bilinmektedir. Bugün yapılacak bu etkinlikte de bilinenleri belki de yeniden tekrar etmek zorunda kalacağız.

Tüm dünyada, yargının ve hakimlerin görevi hak ihlaline uğramış bireylerin hakkını teslim etmektir. Böylece, toplumu arındıran yargı, bir boyutu ile de kamu vicdanını sakinleştirerek toplumsal barışın sağlanmasına katkı sunar. Artık hiçbir ülke, vatandaşlarının yaşadığı hak ihlallerini örtme, saklama imkanına sahip değildir. Teknolojinin köy haline dönüştürdüğü dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, yaşanan hak ihlalleri tüm insanlığın ilgi alanına girmektedir. Başka bir anlatımla hak ihlalleri dünya kamu vicdanının denetimi altındadır. Haksız kazançların, eşitsizliğin, otoriter ve totaliter rejimlerin sebeb olduğu hak ihlalleri ve haksızlıklar küresel tepkinin yaptırımı ile karşı karşıyadır. Bu aynı zamanda, dünya da oluşan ve sürekli gelişerek küreselleşen hak ve özgürlük bilincinin de bir sonucudur. Son yıllarda dünya ekonomisinde yaşama geçirilen ve sosyal hiçbir boyutu bulunmayan, insani ve ahlaki temellerden yoksun projeler büyük isyanların kaynağını oluşturmaktadır. Emek katkısından uzak, kağıt üzerinde döviz, borsa ve banka üçgeninde kumarhaneye çevrilen dünya ekonomisi, yarattığı mazlumların öfkesi karşısında çaresiz kalmaktadır. Zira bu gücün ortak paydası sahip oldukları insanlık onurudur.

Değerli konuklar

Ülkemizde de hak ve özgürlükler konusunda yükselen bir bilincin varlığını inkar edemeyiz. Yaratılan suni rejim krizleriyle uğraşmaktan reel sorunlarımızı tartışma ve bunlara çözüm üretme imkanını bugüne kadar bulamadık. Şuanda artık reel sorunları konuşabildiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Vatandaşlarımızın şiddeti 5.6’olan depremde bile yıkılan evlerin enkazı altında kalarak hayatını kaybetmelerine sebep olan sağlıksız yapılaşmayı, hergün trafik terörünün sebep olduğu onlarca ölümleri, çevre sorunlarını, yıllarca süren yargı sürecini, kadına uygulanan şiddeti, çocuk yaştaki yavrularımızın başına gelenleri yeni sorgulamaya başladık. N.Ç. olayı ile ilgili verilen yargı kararlarının toplumda doğurduğu sosyolojik refleksin gücünü yeni yeni hissediyoruz. Yargı olarak bunlara kayıtsız kalamayız. Nerede yanlışlık yaptığımızı toplumla paylaşma erdemini ortaya koymalıyız. Yargıç güvencesinin imtiyazlarından faydalanarak toplum vicdanında kabul görmeyen savunmalar yapmak, yargı mensuplarını daha büyük eleştirilerin muhatabı yapmaktadır. Zira mahkeme kararlarına saygı kararın gerekçesinin güçlü, haklı, makul ve evrensel değerlere olan yakınlığı ile doğru orantılıdır. Toplumda yargıyla ilgili oluşan derin kaygı ve endişelerin derin hukuk devleti anlayışıyla karşılanmasının gerektiği açıktır.

Yargı sisteminde yapılacak değişikliklerin tepkisel düşüncelere dayanmaması en önemli dileğimizdir. Aktörleri değişmiş yeni bir vesayetçi yargı oluşumuna izin verilmemelidir. Yıllardır yargıyı arka bahçesi görenlerin bu imkanı kaybetmelerinden dolayı içinde bulundukları hırçınlığı gerekçe göstererek yeni vesayet sahipleri üretilmemelidir. Yargı, artık kimsenin arka bahçesi olmayacağı gibi, hangi kutsal ideoloji ve inanç adına olursa olsun onun da infaz aracı olmaması gerekir.

Değerli Konuklar,

Bireysel özgürlükler, otoritenin hukuk kurallarıyla belirlendiği ve sınırlandığı durumlarda güvence altına alınabilir. Demokrasilerde elbette egemenlik halka ait olmakla birlikte, egemenliği kullanan siyasi çoğunluğun otoritesi sınırsız değildir. Buradaki sınır, bireylerin hak ve özgürlükleridir. İktidarın etkili bir şekilde sınırlandırılmasından sadece, yasama ve yürütme organlarını değil, aynı zamanda yargı iktidarını da kastettiğimi belirtmek isterim. Zira hesap vermeyen bir yargının sınır tanımazlığı felaketlerin en büyüğü olarak ifade edilmektedir. Üstün hukuka bağlı olmayan gücün yarattığı güven ve kibrin sahiplerini çok çabuk bitirdiği tarihte yaşanan örneklerle sabittir.

Ülkemizde de temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutla örtüşür şekilde korumaya alınması amacıyla mevzuatımızda çok sayıda ve önemli değişiklikler yapılmıştır. Yapılan bu reformlar sayesinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası metinlerle anayasal hükümler arasında büyük ölçüde paralellik sağlanmıştır. Bununla birlikte bu değişikliklerin uygulamada yeterince etkilerini göstermediği düşüncesi, tali kurucu iktidarı, hak ve özgürlükleri evrensel ilkelerle daha da güçlendirmek amacıyla bazı adımlar atmaya zorunlu kılmıştır. Bunlardan ilki, 7 Mayıs 2004 günlü, 5170 sayılı Anayasa değişikliğine dair Kanun ile Anayasa’nın “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrasına eklenen cümledir. İkincisi de geçen yıl yapılan anayasa değişikliği ile Anayasa Mahkemesinin görevleri arasına eklenen “bireysel başvuru” yoludur.

Anayasa’nın 90. maddesine eklenen cümlede “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” denilmektedir. Böylece, ulusal bir kanun hükmü, usulüne göre yürürlüğe girmiş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşma ile çatışırsa, tercih edilecek olan iç hukuktaki milli yasa değil, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşma olacaktır. Aslında bu değişikliğin büyük beklentilerle kabul edildiği, ancak beklenen etkiyi de gösteremediği tespiti yapılabilir. Zaten bu düşünce, geçen yıl yapılan Anayasa değişikliği ile bireysel başvurunun devreye girmesini zorunlu kılmıştır. Yapılan değişiklikle temel hak ve özgürlüklerinden birinin, kamu gücü tarafından ihlal edildiğini iddia eden herkesin, bu ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunabileceği öngörülmüştür. Başvuruya konu hak ve özgürlüklerin, uluslararası standartları ortaya koyan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi metnine göre belirlenmesi, uluslararası insan hakları hukuku ile bütünleşme iradesinin bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Ortaya çıkacak uyuşmazlığın söz konusu andlaşmaya öncelik verilerek çözümlenmesiyle iç hukukun tartışılmaz üstünlüğüne de son verilmiştir.

Gerçekte bu değişiklikle, Anayasa Mahkemesi dışındaki diğer yargı organlarının milletlerarası insan hakları normlarını doğrudan uygulamalarına imkân sağlanmıştır. Olağan yargı yerleri, çatışmanın varlığını tespit ettiklerinde ulusal kanunu ihmal ederek, önündeki somut olayı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hukukuna göre çözüme kavuşturacaktır. Bu değişiklikte insan hakları konusunda yeni açılımlarsağlanması hedeflenmiş, bugüne kadar milletlerarası insan hakları normlarını doğrudan uygulamakta ürkek, çekingen ve mesafeli davranan Türk yargıçlarının teşvik edileceği, hatta zorlanacağıdüşünülmüştür.

Anayasa’nın 90. maddesine eklenen bu hükümle, kanunların anayasa yanında insan haklarına ilişkin uluslararası andlaşmalara uygunluğunu denetleme ve bu denetim neticesinde aykırılık tespit edilen kanunları iptal etme gibi bir yetki Anayasa Mahkemesi’ne tanınmamıştır. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin 90. maddenin son fıkrasına aykırılıktan dolayı kanunların iptaline karar vermesi de mümkün değildir.

Değerli Konuklar,

Türk yargı sistemimizde yaşanan sorunları hepimiz biliyoruz. Bu sorunların çözümü konusunda ortaya konulan iradeyi ve gayretleri de görmezlikten gelemeyiz. Ancak bu durum, milyonlarca dosyanın temyiz için yıllarca sıra beklediği, her yıl on beşbini aşkın dosyanın zamanaşımına uğradığı, dosya başına düşen ortalama iki dakikalık temyiz süresi gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Son on yıl içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği toplam 8172 ihlal kararının 1652’si ülkemize ait olup, daha da önemlisi, bu kararların yarısı adil yargılanma hakkının ihlali ile ilgilidir. Bu durum köklü bir yargı geleneğine sahip olan ülkemiz açısından bağımsız, tarafsız, hızlı, etkin, verimli adalet dağıtan bir yargı sisteminin önündeki engellerin kaldırılmasının hayati bir yükümlülük olduğunu göstermektedir.

Böyle bir tablo, uluslararası insan hakları hukukuyla uyumu sağlamak için yeni bir adımın atılmasını gerekli kılmıştır. 12 Eylül 2010 tarihindeki referandumla kabul edilen Anayasa’da yapılan değişiklikle yargının temel hak ve özgürlüklere bakışını derinden etkilemesi beklenen, “bireysel başvuru” hakkı getirilmiştir.

Temel hak ve özgürlüklerin evrensel boyutuyla uygulanmasında bir yöntem olarak öngörülen Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvuruları ve bunun üzerine verilen ihlal kararlarını minimum düzeye indirmede bir ilerleme sağlayamadığından, bireysel başvuru bir çare olarak düşünülmüştür.

Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa’nın 148. maddesine eklenen yeni bir fıkra ile “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesinebaşvurabilme” imkânına kavuşmuştur.

Bu değişikliğin gerekçesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde Türkiye’ye karşı her yıl binlerce başvurunun yapıldığı, bu başvuruların sayısının ve ülkemizin aldığı mahkûmiyet kararlarının azaltılması amacıyla iç hukukta yeni çözüm yöntemlerine başvurulmasının acil bir ihtiyaç olduğu belirtilmiş, Türkiye aleyhine açılacak dava ve verilecek ihlâl kararlarında azalma olacağı düşüncesiyle böyle bir yetkinin Anayasa Mahkemesine verilmesinin doğal karşılanması gerektiği vurgulanmıştır. Çünkü, bireysel başvuru pek çok uygar ülkede temel hakların korunması usullerinden biri olarak anayasa yargısının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Aynı zamanda ülkemiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargılama yetkisini kabul ederek iç hukukta çözüme kavuşamayan temel hak ihlâllerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde ele alınmasını benimsemiştir. Dolayısıyla ulusalüstü bir organa tanınan yetkinin, ülkemizde Anayasa Mahkemesi’ne tanınmasını doğal karşılamak gerektiği açıktır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarında, bireysel başvurunun kabul edildiği ülkelerin neredeyse tamamında, hak ihlâllerinin ortadan kaldırılmasında etkili bir hukuk yolu olduğu kabul edilmektedir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin iş yükünün azaltılması açısından bireysel başvurunun kabulü gerekliliğini ifade etmiş ve Ülkemizde bireysel başvurunun kabulüne dair çalışmalar Venedik Komisyonu tarafından da takdirle karşılanmıştır.

Bireysel başvurunun etkin bir şekilde uygulanması hak ve özgürlüklerin standartlarını evrensel düzeye yükseltecektir. Bu usulün işlemeye başlaması ile bir yandan bireylerin sahip oldukları temel hak ve özgürlüklerin daha iyi korunması sağlanacak, diğer yandan da kamu otoritelerinin temel hak ve özgürlüklere daha duyarlı bir davranış ve tutum sergilenmesinin yolu açılacaktır.

Anayasa şikâyeti yolunun, bireylerin temel haklarının güvencede olduğu inancını kuvvetlendirdiğini, kamu gücü karşısında sahipsiz ve güçsüz olmadığı bilincini oluşturduğunu ve Anayasa Mahkemesi’nin sadece Anayasa’nın değil, aynı zamanda bireysel temel hakların da bekçisi olarak görüldüğünü sağlamak noktasında önemli bir süreç olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında bireysel başvurunun etkin bir şekilde uygulanmasının yukarıdaki temennileri ve beklentileri karşıladığını yabancı ülke deneyimlerinden yola çıkarak söyleyebiliriz Örneğin, 1999–2008 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen ihlal kararları incelendiğinde, bu durum tereddüde yer vermeyecek bir şekilde açığa çıkmaktadır. Avrupa Mahkemesinin, bireysel başvuruyu kabul eden Avusturya için 142, Almanya için 66 ve İspanya için 28 ihlal kararı var iken, aynı dönemde bireysel başvuruyu kabul etmemiş olan Fransa için 494, İtalya için 1396 ve Türkiye için ise 1652 ihlal kararı mevcuttur.

Bireysel başvuruda Anayasa Mahkemesinin işlevi, önüne gelen her somut olayda temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleme kuralları ile anayasa hükümlerinin anlamını tespit etmek, anayasanın ve Mahkeme kararlarının bağlayıcılığı ilkesi sayesinde bu yorumun diğer yargı organları tarafından benimsenmesini sağlamaktır. Aslında bu Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasına eklenen cümlenin amacıyla da örtüşmektedir: Bu iki anayasal değişikliğin birbirinden bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir. Aksine bu iki düzenleme birbirini tamamlamakta, hatta biri diğerinin amacının gerçekleştirmesine ivme kazandırmak gibi bir işlev de görmektedir.

Anayasa Mahkemesince bireysel başvuru neticesinde verilecek ihlal kararlarının yerine getirilmesi zorunluluğu, hâkimlerin kanunları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uygun yorumlamaları yönündeki anayasal yükümlülüklerini daha da güçlendirecektir. Hâkim, uluslararası insan hakları metinlerini dikkate alarak sorunu çözümleyen Anayasa Mahkemesi kararına uymama veya onun infazını geciktirme gibi bir tercihe sahip değildir.

Anayasa’nın 90. maddesinde 2004 yılında yapılan değişikliğe rağmen, uluslararası insan hakları hukuku ile uyumun sağlanamamasından doğan açık, bireysel başvuru hakkındaki beklentileri oldukça yükseltmiştir. Anayasa Mahkemesi bu beklentileri karşılayacak irade ve kapasiteye sahiptir. Çünkü Anayasa Mahkemesi, varlık nedeni temel hak ve özgürlüklerin teminatı olarak görev yapmak olan bir yargı makamı olarak tanımlamaktadır. Bireysel başvurunun özellikle Anayasa yargısının gelişmesine çok önemli zenginlik katacağı, temel haklar konusunda Türkiye’deki uygulama ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki anlayış farkının ortadan kalkmasına imkân sağlayacağı açıktır. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesinin Avrupa Konseyi ile ortaklaşa yürüttüğü bireysel başvuru hazırlık çalışmalarının büyük bir hızla devam ettiğini belirtmek isterim.

Bireysel başvuru yolunun başarılı olabilmesi için diğer hak arama yollarının etkin bir şekilde işletilmesi ve bütün devlet organlarının ortak irade ile hareket etmesi gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Zira, İnsan onurunda derin yaralar açan, sanıkların makul bir sürede yargılanma hakkı, masumiyet karinesi, tutukluluk süresi, etkin savunma hakkı, özgürlüğünden yoksun bırakılan kişinin hakkındaki suçlamaları öğrenme ve bilgilendirilme hakkı gibi başlıklar altında ifade edebileceğimiz adil yargılanma konusundaki ihlallerin, Türkiye’yi Avrupa Mahkemesi nezdinde çok ciddi sıkıntılara soktuğunu gözardı edemeyiz. Unutulmamalıdır ki evrensel kavramlara farklı anlamlar yükleyerek evrensel anlayışın ortadan kaldırılması çağdaş dünya ile bağlantımızı koparacaktır.

Değerli Konuklar,

İnsanlığın varlık sebebi olan insan onurunun koruyucu ve kollayıcısı öncelikle kamu gücünü kullananlar olmak zorundadır. Hukukun üstünlüğü temeline oturan tarafsız ve güçlü bir yargı da korunacak bu değerin güvencesidir. Yargının sebep olduğu hak ihlallerinin doğurduğu acıların, unutulmayan derin sonuçlar yaratması kaçınılmazdır. Rejiminde, devletinde geleceği, güvencesi bu ihlallerin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu noktada bireysel başvurunun etkin ve fonksiyonel biçimde uygulanması belirtilen güvenceye olan inancı güçlü bir şekilde ayakta tutacaktır.

Gücünü farklılıklarından alan aydınlık bir Türkiye’de yaşamak dileğiyle sevgi ve saygılar sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
25/04/2011

Sayın Cumhurbaşkanım

Değerli Konuklar

Varlık nedeni temel hak ve özgürlüklerin teminatı olarak görev yapmak olan Anayasa Mahkemesinin 49. kuruluş yıldönümünde sevincimizi paylaşma imkanı verdiğiniz için, başta siz olmak üzere tüm konuklara mahkememiz adına hoş geldiniz diyor şükranlarımı sunuyorum. 25 Nisan 2012 günü yarım yüzyılı geride bırakarak 50. kuruluş yıldönümünde de birlikte olma dileğimi şimdiden belirtmek istiyorum.

Demokratik katılım sağlayacak ve bireylerin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına alacak yeni bir anayasa oluşturma arayışları içinde yapılan ve yapılacak çalışmalara teorik ve felsefi bir boyut kazandırmak amacıyla Anayasa Mahkemesinin bu yılki sempozyum konusunu “Anayasa Yapımında Temel Tartışma Noktaları” olarak tespit ettik. Bu konuyu tespit etmede etkin olan diğer bir faktör de Profesör Ronald Dworkin’in davetimizi kabul etme nezaketini göstermiş olmasıdır. 20. Yüzyılda hukuk felsefesini derinden etkileyen, onu dönüştüren ve hukuk dünyasına eşitlik ve özgürlük konusunda yenileyici bir bakış getiren değerli bilim adamını yakından tanıma ihtiyacı duyduk. Bu vesile ile aramızda bulunan Sayın Prof. Dworkin’e de katılma nezaketi gösterdiği için teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım

12 Eylül 2010 yılında yapılan referandum sonucu kabul edilen Anayasa değişiklikleriyle Mahkememizde de yapısal ve fonksiyonel anlamda çok önemli değişikliklerin yapıldığı malumlarıdır. Dünyada hak ve özgürlüklere ilişkin yeni bakışlar, demokratik gelişmeler, dayatmacı anlayışlardan bunalan halkın bundan kurtulma arayışları ve tüm bu gelişmelere kayıtsız kalan yargısal direnç, yapılan Anayasa değişikliklerinin zorunlu sebepleri arasında sayılabilir.

Yargıda yaşanan olumsuzluklara çözüm bulmak amacıyla yapılan değişiklikler, diliyorum ki yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olmaz. Her sorunu yasal düzenlemelerle çözme anlayışı, dünyada en çok kanuna sahip olan ülkeler arasına girmemiz sonucunu doğurmuştur. Demokratik hukuk devleti inancı ve geleneği kimi ülkelerde yazılı Anayasa yapılmasına dahi ihtiyaç göstermemiştir. Türk hukuk dünyasında ortaya çıkan yasa enflasyonunun temelinde, yasama organı ile yargı organları arasındaki güvensizliğe dayalı bir mücadelenin etkileri vardır. Bu organların egemenlik anlayışında ortaya çıkan farklı yaklaşımları, güvensizliğin ana kaynağını oluşturmaktadır. Hukuksal metinlerle uygulama arasındaki kopukluklar, bilinçli ya da bilinçsiz yapılan yorumlar sonunda ortaya çıkan sapmalar, sorunları yasa ile çözme anlayışını tetikleyen diğer bir faktördür. Çok ciddi bilimsel araştırmalara konu olmuş parlamento - yargı ilişkisinden doğan sorunları bir kuruluş yıldönümü konuşmasında geniş bir şekilde dile getirmenin yersizliği ve yetersizliği karşısında fazla konuşmak istemiyorum.

Anayasa değişiklikleri ile mahkememizin yeniden yapılandırılması sonucu yeni görev ve yetki çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülerek kabul edilen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir. Anayasa değişikliğinden sonra uygulamada ciddi sorunlar yaşayan Mahkememize çözüm getirenlere yasa hakkında olumlu ya da olumsuz bir değerlendirme yapmadan öncelikle teşekkür ediyorum. Ancak, bu yasanın komisyonlarda ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesi aşamasında, bazı milletvekillerince mahkememiz ve üyeleri hakkında yaptıkları değerlendirmeler şaşkınlık ve büyük bir üzüntüyle karşılanmıştır. Mahkememizle ilgili yapılan değişiklikler yada öngörülen imkanlar tamamen parlamentonun takdiri ile şekillenmiştir. Söz konusu takdirin bazı milletvekillerince burada tekrarlamaktan utanç duyduğum sözcüklerle yaptıkları değerlendirmeleri şiddetle reddediyoruz. Kürsü dokunulmazlığının imkanlarından faydalanarak ahlaki ve hukuki temelden yoksun ithamlarla mahkemeyi kirletmeye kimsenin hakkı yoktur.. Mahkeme Üyelerinin onur ve şerefle yürüttüğü görev sırasında verdiği kararlarının, kimi sevindirdiğini yada üzdüğünü düşünmediğimizi ve de ilgilenmediğimizi herkesin bilmesini isteriz. Dostluk ve husumet duyguları mahkeme kararlarının yönlendiricisi olamaz. Hakaret ve suç içermeyen her türlü eleştiriyi saygı ile karşılıyor ve korumak durumunda olduğumuz temel hak ve özgürlükler kapsamında görüyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Mahkemenin yeni Kuruluş Yasasında, Anayasa değişikliği nedeniyle yapılması gereken zorunlu düzenlemeler dışında idari ve teknik konularda da bazı yeniliklerin getirildiği görülmektedir. Yasanın en önemli bölümü ,Anayasa’da öngörülen bireysel başvuruya ilişkin düzenlemelerdir.

49. Kuruluş yıldönümünü kutladığımız Anayasa Mahkemesinin bu tarihi süreçte kendisinden beklenen “özgürlüklerin mahkemesi” işlevini yerine getirebilmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan çok sayıdaki başvuru ve bunun sonunda verilen ihlal kararlarının azaltılabilmesi için bireysel başvuru hakkının tanınması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu zorunluluk, sadece yasama ve yürütme organlarının tasarruflarının değil, egemenlik yetkisi kullanan ve insan onurunu korumakla görevli yargı organlarının da sebep olduğu hak ihlallerinin denetimsiz kalmaması anlayışından doğmuştur. Bireysel başvurunun özellikle Anayasa yargısının gelişmesine çok önemli zenginlik katacağına, temel haklar konusunda Türkiye’deki uygulama ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarındaki anlayış farkının ortadan kalkmasına imkan sağlayacağına olan inancımı belirtmek isterim. Esasen bu değişiklikle Anayasa koyucunun iradesi de, uluslararası özgürlük standartlarının iç hukukta uygulamaya geçirilmesini sağlamaktır. 2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri uygulamaya geçirilmeye çalışılmışsa da, bu konuda gerekli olan denetimin yetersiz kalması beklenen sonucu doğurmamıştır. Bireysel başvuru yolunun bu denetim açığını kapatacağı konusundaki beklentiler oldukça yüksektir.

Yargı sistemimizde birikmiş olan sorunları çözecek yasal düzenlemeler yapılmadığı takdirde, bireysel başvurunun başarı şansının çok düşük olduğunu bir kez daha yineliyorum. Bunun yapılmaması halinde, bireysel başvuru yolu adil yargılanma konusundaki sorunları daha da büyütecektir.

Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruyu “etkin bir denetim yolu” olarak uygulayamadığı sürece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurular azalmayacaktır. Kuruluş yasası ile düzenlenen bireysel başvuruya ilişkin sistemin etkin bir denetim sağlayıp sağlamayacağı 2012 yılının Eylül ayında başlayacak çalışma süreci içerisinde görülecektir. Temennimiz etkin bir denetimin gerçekleştirilmesidir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

12 Haziran 2011 günü yapılacak olan genel seçimlerin hazırlık aşamasında Siyasi Partilerimizin projeleri hakkında yaptıkları açıklamalardan, sivil toplum örgütlerinin çalışmalardan seçim sonrasında anayasada yapılacak değişikliklerin, siyasi hayatta önemli bir gündem oluşturacağı anlaşılmaktadır.

Toplumun ortak sorunlarını dile getiren siyasi partilerimizin özgürleşme, sivilleşme ve demokratikleşme konularında ortaya çıkan iradeyi görmezlikten gelmesi düşünülemez. Halkın iradesini emanet etmediği odakların hazırladığı bu nedenle de evrensel değerlerin, ilkelerin, ölçülerin esas alınmaması sonucunda ortaya çıkan sorunları çözebilmek için Anayasamızı sıkça değiştirme ihtiyacı ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Bu nedenle, yoğun bir şekilde dillendirilen toplumsal sorunlara kayıtsız kalamayan siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri yeni bir anayasa yapımına ilişkin projelerini açıklamaktadırlar..

Hemen belirtmeliyim ki demokrasi, laiklik ve hukuk devleti anlayışına bağlı olarak geçmişte yaşanan yapay rejim krizlerinin, siyasi partilerimizce sosyal ve ekonomik alanda ortaya çıkan gerçek sorunlara çözüm önerileri şekline dönüştürülmesi, siyasi alanda barışa katkı sağlayacak umut verici gelişme olarak değerlendirilmelidir. Belirtilen anayasal ilkeler, kavgalara kaynaklık yerine barış projelerine ilham kaynağı olmaktadır. Siyaset kurumlarımızın özgürlük ve demokrasi alanlarını genişletmek için ortaya koydukları rekabeti ilgiyle izliyoruz.

Yeni bir anayasa yapım sürecinde sivil toplum örgütlerinin, büyük bir cesaret ve heyecanla ortaya koydukları düşünceler, öneriler ve çözüm yolları yeni oluşacak Meclis üzerinde önemli bir baskı unsuru oluşturacaktır. Önerilerini yazılı bir anayasal metin haline getirmeden olumlu ve olumsuz yönleriyle samimiyet içinde ortaya koymaları, etkileyici bir yöntem olarak oldukça başarılı bir görüntü vermektedir. Statükoyu güçlü bir şekilde ayakta tutmaya çalışanları toplum, olması gereken yerde şekillendirmeye başlamıştır. Teknolojik gelişmeler, bireyleri içi boş önyargılardan arındırarak kendi gözlemine dayalı bilgilerle iradesinin oluşmasına yardımcı olmakta, böylece felaket ve korku üzerine kurulu senaryo üretenleri etkisiz hale getirmektedir. Başka bir anlatımla, teknolojik gelişmeler ve yaşam tarzları siyasi partilerin ideolojik öngörülerinden daha hızlı ve radikal bir şekilde değişmekte, buna uyum sağlayamayanların ise toplumda karşılığı bulunmamaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Türkiye’nin Anayasacılık tarihi, 1876 tarihli Kanuni Esasi’den başlayarak bugüne kadar 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları ile oluşturuldu. 1876 Anayasası Padişah tarafından on sekiz bürokrat ve on ulemadan oluşan bir komisyona hazırlatılan ferman Anayasasıdır. 1921 Anayasası ise egemenliği doğrudan kullanabilen olağanüstü yetkilere sahip bir Meclis tarafından hazırlandı. 1961 ve 1982 Anayasalarının da askeri müdahaleler sonunda halka sunulduğu yakın tarihimizin gerçekleridir. Bu tarihi gelişimde de görüldüğü gibi, milletin iradesinin egemen olduğu bir anlayışa dayalı Anayasal süreç yerine, devlet kurumlarınca hazırlanan ve bu kurumların vesayetini tahkim eden bir anlayışın uygulandığı açıktır. Yapılan doğru da olsa kaynak sorunludur. Bu sorun ancak bireyin onurunu, temel hak ve özgürlüklerini etkin biçimde koruyan daha demokratik, katılımcı, çoğulcu yeni bir anayasa düzeninin oluşturulması ve devlet - birey ilişkisinin daha güvenceli bir yapıya kavuşturulması ile çözülebilir.

Anayasacılık, aydınlanma sürecinde insanlığın özgürlüklerini koruma, barışı tesis etme ve geleceğini inşa konusunda gösterdiği mücadelenin bir parçasıdır. Toplumların Anayasalarını yapma iradesi, kendilerine ait kararların kendileri tarafından verilmesini, kaderleri hakkında söz sahibi olmalarını, kısaca kendi sözleşmelerini yapmalarını zorunlu kılmaktadır. Bunu da ancak, iradesi vesayetten kurtarılmış toplumlar yapabilir.

1950 yılında başlayan ve 1980’lerden itibaren hızlanan kentlileşme farklı talepleri ortaya çıkarmaya başladı. Toplum dünya ile bütünleşme yolunda hızla ilerlerken, küresel rekabet siyasal işleyişte ekonominin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına neden oldu. Ekonomik gelişim, alt yapı yatırımlarını hızlandırdı. Artan kişi başına milli gelir ile birlikte iş, hizmet ve finans sektörlerinde dünyaya açılım sağlanması, insanımızın küresel gerçekleri okumasını, bireyselleşmesini, estetik kaygılara önem veren bir davranış kültürü geliştirmesini, yaşamın gerçeklerinden ve bilginin gücünden beslenen özgürlük taleplerini gündeme taşımasına yol açtı. Toplum aklını kullanma cesaretini göstermeye başladı.

Gerek ekonomik gelişme, gerekse bu gelişmelerin tetiklediği kültürel ve bireysel özgürlük talepleri, kaçınılmaz olarak bastırılan farklılıkların, kültürel, etnik ve inanç kimliklerinin gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Bilgi çağının imkânları ile bu gerçekler daha da netleşti. Geleneksel tarihle siyasal kabuller sorgulanmaya başlandı. Artık Türkiye farklılıklarının bilincinde olarak, geleceği özgüvenle kucaklayacak bir anlayışla kendini yeniden tanımlama aşamasına geldi. Toplum, ulaştığı seviyede insanı merkeze alan bir anlayışla kültürlere, inançlara, dillere ve dünya görüşlerine saygı ekseninde kendi ortak paydasını üretmeye başladı. Bu gelişim de, her şeyden önce toplumun ve bireyin ergin olmayışı ve güvensizlik üzerine kurulu bir Anayasal düzenin ayakta kalmasını imkânsız kılıyor.

Bugün farklı bir noktadayız. Ekonomik gelişim, farklılıkların politik kimliklere ve bilinçli tercihlere dönüşmesi, dünyayla etkileşim, toplumu siyasal alanın temel olgusu haline getirmiştir. Toplum, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı ölçüde siyasallaştı. Bilginin gücünü kullanmaya başlayan toplumun nesnelliği, karmaşık siyasal süreçleri analitik bir şekilde okuyabilme imkânlarını yarattı. Vesayet kurumlarının anlayabileceği ve denetleyebileceği basitlikten uzaklaştı.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Toplumumuzun son yıllarda siyasi, ekonomik, sosyal ve demokratik alanlarda kaydettiği gelişmeler, ülkeyi koruma ve kollama konusunda olağanüstü kurtarıcılara yönelik çağrı dönemini kapatmıştır. Sorunların artık demokratik yol ve yöntemlerle çözüldüğü bir süreci yaşamak zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik belgesi olarak da tanımlayabileceğimiz Anayasasında devletimiz, insan haklarına dayalı laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanmaktadır. Bu ilkelerin evrensel anlamlarının yapısı değiştirilerek “bize özgü modeller” yaratılması sorunlarımızı çoğaltmaktan başka sonuç doğurmamıştır. Bu değerlerin evrensel orijinalliği bozulmadan hayata geçirilebilmesi için gerekli olan toplumsal kültür oluşmuştur. Artık, bu evrensel gerçekler üzerinde uzlaşma sağlama imkân ve iradesini ortaya koyabilmeliyiz.

Önkoşulsuz bir şekilde, tüm toplumsal farklılıkların siyasal etkinlikleri ve güçleri ne olursa olsun, Anayasa yapım sürecinde kurucu ve değerli olarak görülmesi, onların talep ve beklentilerinin Anayasa yapımında temel meşruiyet dayanağı olarak kabul edilmesi şarttır. Toplumun merkeze alındığı, Meclisin toplumsal talep ve beklentiler ekseninde Anayasa metnini kaleme aldığı ve nihai kararın yine toplum tarafından verildiği bir Anayasa yapım süreci barışımızı sağlamanın yolu olarak görülmektedir. Yeni Anayasanın barış ve dinamiklerin önünü açması, etkin ve hızlı bir siyasal yapılanmayı esas alması, siyasal yapının karar süreçlerini, yabancılaşmayı ortadan kaldıracak şekilde topluma ve bireylere yakınlaştırması ve Türkiye’yi uluslararası hukukun saygın ve etkin bir üyesi haline getirecek şekilde yapılandırması gerekir. Dışlayıcı hiçbir referans anayasal düzen ilkelerine dönüşmemelidir. Yüzde on seçim barajı nedeniyle, temsil oranı sorunlu olan bir Meclisin tüm kesimleri yeni Anayasa yapım sürecine dahil edilebilmesinin yolunun, Parlamento dışında bulunan siyasi partilerle sıcak bir diyaloğun kurulmasına bağlı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Anayasanın 175. maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve “ben yaptım oldu” noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi’ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım

Türkiye’de demokratikleşmeyi engelleyen en önemli sebeplerden birisi de Siyasi Partiler Kanunu’nun çağı yakalayan, çoğulculuk ve temsil esasına uygun bir yapıya kavuşturulamamasıdır. Anayasa’da yapılan değişikliklere paralel olarak Siyasi Partiler Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılmadığından dolayı, Anayasa Mahkemesi’nin siyasi ve mali denetim görevi güçlükle yürütülmektedir. Anayasa’da belirtilen siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin sebeplerin Siyasi Partiler Kanununda yeterli ve anlaşılabilir şekilde açılımlarının yapılmamış olması, suçların yasallığı ilkesiyle de çelişmektedir. Nitekim, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 78’inci maddesinden 90. maddesine kadar düzenlenmiş olan siyasi partilere ilişkin yasaklar, Anayasa’da yapılan değişikliklere paralel olarak gerekli uyarlamalar yapılmadığından uygulanamaz durumdadır. Siyasi Partiler Kanunu’nun 104. maddesinde ise, parti kapatma sebepleri dışında öngörülen yasaklara uyulmaması halinde, verilecek olan ihtar kararının gereği yerine getirilmediği takdirde nasıl bir yaptırım uygulanacağı belli değildir. Daha önce, belirtilen bu yasaklara uymayan siyasi partilere kapatma davası açılır iken, Anayasa değişikliği ile bu yaptırım kaldırılarak, Devlet yardımından kısmen yada tamamen yoksun bırakılma cezasına dönüştürülmüş; ancak, bu hüküm de Devlet’ten yardım alan ve almayan siyasi partiler arasında eşitsizlik yarattığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Esasen, Anayasa Mahkemesinin bu kararı siyasi partilerin bir kısmına Bütçeden yapılan yardımların da adil olmadığının açık bir ifadesidir. 2820 sayılı Siyasi Partiler kanununa göre, partilere bütçeden ödenen Devlet yardımı, genel seçim barajını aşmış olan partilerle milletvekili seçimlerinde en az %7 ve yukarı oy almış olan partilerimize yapılmaktadır. Bir başka anlatımla %0 ila %7 arasında oy almış partilere hiçbir şekilde yardım yapılmamaktadır. Nitekim, adil olmayan bu dağılım Anayasa’nın 69. maddesinde öngörülen “Devlet yardımından kısmen yada tamamen yoksun bırakma” yaptırımını, devlet yardımı almayan partiler yönünden uygulanamaz hale getirmiştir.

Siyasi partilerin siyasi yönden denetim konusu gündeme gelmişken, Anayasa Mahkemesi’nin son yıllarda parti kapatma davalarında siyasi özgürlükler lehine ortaya koyduğu uygulamaların belirtilmesi gerekir.

1990 ila 2000 yılları arasında on dokuz siyasi parti hakkında Mahkememize açılan kapatma davası bulunmaktadır. Bunlardan on beş adet dava, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ile laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı faaliyetlerden dolayı; kalan dört dava ise, çeşitli sebeplere bağlı olarak açılmıştır. Sözkonusu on dokuz kapatma davasının on yedisi hakkında partilerin kapatılmasına, ikisi hakkında da kapatma isteminin reddine karar verilmiştir.

2001 ila 2010 yılları arasında ise on beş siyasi parti hakkında kapatma davası açılmış, bunlardan birisi hakkında kapatma kararı, on dava hakkında red kararı, dördü hakkında ise davanın düşürülmesine karar verilmiştir.

Bu sayılardan da görüleceği gibi, 2001 yılından sonra Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma davalarında önemli bir tavır değişikliği sergilediğini söyleyebiliriz. 2000’li yıllardan sonra Anayasa Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma davalarında başlattığı bu önemli değişikliğin sebebi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Mahkemesi’nin kararlarında belirtilen kriterleri esas olan bir yaklaşım göstermeye başlamasıdır. Başka bir anlatımla, terör, şiddet ve baskı bağlantılı parti çalışmaları dışında kalan faaliyetler, ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında değerlendirilerek, kapatma kararına dayanak teşkil eden delil olarak kabul edilmemiştir. Başka farklı düşünceler varsa da ana neden bu gerekçe üzerinde yoğunlaşmaktadır. Sebep ne olursa olsun parti kapatma davalarında ortaya çıkan bu sonuç, özgürlükler bağlamında çok önemli ve önemli olduğu kadar da demokrasi adına sevindirici bir gelişmedir. Siyasi Partilerin ifade ve örgütlenme özgürlüklerine ilişkin alanın bu şekilde genişletilmesi, sorunları çözücü niteliği ile demokratik, laik hukuk devletinin güvencesi olmaya önemli katkı sunacaktır.

6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’da siyasi partilerin mali denetimlerinin Sayıştay’ca yapılabileceği, denetim sonuçlarının ise Anayasa Mahkemesince karara bağlanacağı öngörülmüştür. Ancak, bireysel başvuru ile oluşacak işyükü gözetildiğinde muhtemel Anayasa değişikliğinde bu görevin Anayasa Mahkemesinden tümüyle alınmasının yerinde olacağı düşünülmektedir.

Siyasi Partiler Kanunu’nun demokratik devlet sürecini doğrudan etkileyen siyasi partilerin işleyişine ilişkin konulardaki mevcut olumsuzluklar ilgililer tarafından her vesileyle dile getirildiğinden zamanınızı almak istemiyorum. Ancak, son günlerde siyasi hayatta meydana gelen olaylar, Anayasa ile siyasi hayatı düzenleyen yasaların içeriğinde ne zaman patlayacağı belli olmayan mayınlarla dolu olduğu gerçeğini bir kez daha ortaya çıkarmıştır.. Sorunlar daha ortaya çıkmadan Anayasa ve yasalardaki siyasi hakları etkileyen antidemokratik kuralların acilen ortadan kaldırılması, yasama organının ülke barışına yapacağı en hayırlı hizmet olacaktır. Zira, uyuşmazlıkların doğması ile ortaya çıkan çözüm gayretlerinin bedeli ağır ödenmektedir

Uygulamalardan yada yasal düzenlemelerden kaynaklanan olumsuz gelişmeler bahane edilerek toplumun terörize edilmesi, sokakların ve meydanların yaşanmaz hale getirilmesi tarihin hiçbir döneminde sorunları çözmemiştir. Hak ihlallerine karşı terör ve şiddet bağı kurulmadan demokratik tepkilerin gösterilmesi anayasal bir hak olduğu kadar, bireylerin ya da örgütlerin görev ve sorumlulukları kapsamındadır. Dileğimiz sorunlar çözülürken demokrasi ile bağın koparılmamasıdır. Hiçbir özgürlük terör ve şiddetin teminatı olamaz. Hak ve özgürlüklerini kullanırken terörle ortaklık kuranların hiç kimseden demokratik tavır ya da sabır beklemeye hakkı yoktur.

Sayın Cumhurbaşkanım

Değerli Konuklar

Konuşmamın sonunda 2010 ve 2011 yılında kaybettiğimiz Mahkememize çok önemli hizmetler veren değerli büyüklerimizden Emekli Üyelerimiz Mustafa Gönül, Ali Hüner, Selçuk Tüzün ve Mitat Özok’ı tekrar saygıyla anıyor kendilerine Allah’tan rahmet diliyorum.

Onur verdiğiniz 49. kuruluş yıldönümü töreninde sizleri aramızda görmekten dolayı şahsım ve Mahkememiz adına teşekkürlerimi sunarken, gelecek yıl kutlayacağımız 50. yıldönümde daha aydınlık bir Türkiye’de buluşmak dileğiyle saygılarımı sunarım.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
01/02/2011

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa Mahkemesi Üyelerinin görevlerine başlamadan önce andiçmelerini zorunlu kılan 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 7. maddesi uyarınca düzenlenen andiçme törenini onurlandırdığınız için size ve değerli konuklarımıza en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Tarih ve Türk Milleti önünde yüklenilen sorumluluğun önemini vurgulayan andiçme töreninin, Anayasa’ya sadakat görevini de simgelediği kuşkusuzdur.

Onurlu, ancak sorumluluk gerektiren Anayasa Mahkemesi Üyeliği görevine bugün andiçerek başlayacak olan Prof. Dr. Erdal Tercan’ın Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesini savunarak, görevini sorumluluk bilinci içinde, Anayasa’ya, yasaya ve hukuka uygun olarak oluşacak vicdani kanaatlerine göre yerine getirecekleri şüphesizdir.

Mahkememize güç katacağına inandığım değerli üyemize yeni görevinde başarılar dilerken, çağdaş yorumlarıyla sorun üreten değil sorun çözen bir mahkeme anlayışına katkı sunacağına, insan haklarına dayalı demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin, tam bir tarafsızlık içinde koruyucusu ve güvencesi olacağına inancımı da belirtmek isterim.

12 Eylül 2010 günü yapılan ve halk oylaması sonucu kabul edilen Anayasa değişiklikleriyle yargı dünyamızda gerçekleştirilen yapısal değişikliğin bir sonucu olarak yasal düzenlemelerin hızla yapıldığı bir süreci yaşıyoruz. Yargı’da yaşanan olağanüstü sorunlar Anayasa’da ve yasalarda zorunlu ve kaçınılmaz değişikliklerin gerekçesini oluşturmuştur. Anayasa değişiklikleriyle ilgili yapılan tartışmalar, eleştiriler ve ortaya konan demokratik tepkiler artık geride kaldı. Yapılan değişiklikleri hayata geçirecek olan uyum yasalarıyla ilgili tartışma ve eleştirilerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Yapılan eleştirileri, ortaya konan demokratik tepkileri anlayışla ve sabırla karşılamak demokratik tavrın vazgeçilmez gereğidir. Hakaret ve şiddet içermeyen her türlü tepki modeli, Anayasa’nın tanıdığı hak ve özgürlüklerin güvencesi altındadır. Bu kapsamda yaşananlardan kaygılanmak değil, demokratik sistemin sağlığına yapılan katkı nedeniyle güven duymalıyız. Muhalefetin, eleştirilerin, şok düşünce ve sarsıcı ifadelerin olmadığı bir sistemi, demokratik düzenle tanımlamak mümkün değildir. Demokratik sistem kendine güvenen, risk alan ve sonuçta sorunlara çözüm üreten bir siyasi rejimin adıdır.

Tam da bu noktada yargının sorunlarını ve önerilen çözüm yollarını tartışıyoruz.

Sayın Cumhurbaşkanım

Yargı; bir toplumu arındıran, hak ihlalini ortadan kaldıran, güçlü ve zorbalar karşısında güçsüzün ve mağdurun hak arama kapısıdır. Bu kapıdan hakkını alamadan eli boş dönenler, bilinmelidir ki demokratik rejimlerin geleceğini tehdit eden en ciddi tehlike grubunu oluşturur. Tıkanmış, hantal, işlemeyen, çağdışı bir yargı sistemi ile geleceğe umutla yürüme imkanı kalmamıştır. Bu sistem bu büyük ülkeye yakışmıyor. Halkımız yasamadan yürütmeden ve yargının kendisinden sorunlarının acil çözümünü bekliyor. Suçlu aramanın anlamsızlığı açıktır. Bu sorunlara çözüm üretmesi gereken herkes oluşan tablodan sorumludur. Yüksek yargının değerli mensupları da özeleştirisini cesaretle yapma erdemini göstermelidir. Yıllardır yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı örtüsü altında yüksek yargının içine düşürüldüğü durumu kimsenin savunacak mecali yoktur. Yargı organlarına yapılan seçimleri, kimin seçtiği yada kimin seçildiği gözetilerek bir yerleri ele geçirme planı olarak nitelemek, demokrasi ahlakı ile bağdaşmadığı gibi yargı mensuplarına yapılan büyük bir saygısızlıktır. Dün olduğu gibi, bugün de her yargı mensubu namusuna emanet edilen görevini onurla sürdürmeye devam edecektir.

Yüksek yargı organlarının değerli mensupları önerilen her çözümü “kaos yaratır” nitelemesiyle peşinen reddetme alışkanlığından vazgeçmelidir. Yargı gücünü vesayete dönüştürerek bunu yargı bağımsızlığıyla meşrulaştırmaya çalışmanın hukuk devletinde yeri olamaz. Yargının asli görevi, gücü elinde bulunduranları hukukun sınırları içine çekerek, onların makul ve ölçülü davranmalarını sağlamaktır.

Yargının sorunları için önerilen çözüm yollarının, konjonktürel dalgalanmalara, değişen ve seçilen kişilerin kimliğine bağlı olarak sürekli revize edilmesi endişeyle izlenmektedir. Bu tutarsızlıkları sürdürenler hangi düşünce ve öğreti adına yaparsa yapsın, adalet ve vicdan olgusuna beslenen güven duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Adına karar verilen milletimiz, karşı çıkılan çözüm önerilerinin yerine ne istendiğinin samimiyetle ortaya konulmasının ve bu utanç tablosunun ortadan kaldırılmasının beklentisi içindedir.

Çözüm önerileri, hak arama yollarını kolaylaştıran, alternatif sunan, imkan yaratan nitelikleriyle sunulmalıdır. Zorlaştıran, biriktiren süreci uzatan ve sonuçta zamanaşımına sığınan yaklaşımların hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayacağı açıktır. Yargı sistemi yeniden oluşturulurken, iktidarın ve muhalefetin siyasi umut kapısı olmasına imkan verilmeden, evrensel standartlara göre yapılandırma amacı güdülmeli, siyasi düşüncelerdeki farklılıklar sonucu oluşan dostluk ve karşıtlık duyguları, yargısal sorunların çözümlerine yansıtılmadan, adil bir yargı düzeni için reformlar hayata geçirilmelidir.

Sayın Cumhurbaşkanım

Dünyadaki gelişmeler dikkatle izlendiğinde bireyleri bir araya getiren, siyasi veya ideolojik ortaklıklar yerine, “din, dil ve ırk farkı gözetilmeksizin” hakları ihlal edilenlerin biraraya gelerek oluşturdukları sivil insiyatifler ortaya çıkmaktadır. Hak İhlalinin yarattığı bu ortak duygunun gücü, karşısında hiçbir engel başarılı olamıyor. Demokratik, laik bir hukuk devletinin kaderi, hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılmasına bağlı olarak şekilleniyor. Bu bağlamda yargı düzeni içinde hayata geçirilen “hak arama özgürlüğü” hayati bir önem taşımaktadır. Bu nedenle yargı öncesi, yargı aşaması ve yargı sonrası için önerilen çözüm yolları hukuksal sınırlar içinde tartışılmalıdır. Anayasa değişiklikleri sonucunda uygulamaya geçecek olan “Ombudsmanlık” sisteminin fiil ve işlemler yargıya intikal etmeden önce, sorunların çözümünde olumlu etkileri olacaktır. Ancak, hak ihlallerinde yargı öncesi alternatif çözümlerin acilen çoğaltılması, yargının yükünü önemli ölçüde azaltacak niteliktedir.

Yargı süreci içinde en sorunlu aşamanın yüksek yargıda yapılan temyiz incelemesi olduğu herkes tarafından bilinmektedir. 2010 yılında yirmibine yaklaşan, 2014 yılında ellibini aşacağı tahmin edilen zamanaşımına uğramış dosya sayısı; bir türlü hayata geçirilemeyen bölge mahkemeleri; yaşanan adli tıp ve bilirkişi faciaları, uzun süren yargılama nedeniyle tutukluluk konusunda sınır getiriliyor görüntüsü altında 10 yılı “makul süre” diye kabul eden usul yasaları, yüksek yargıda (Başsavcılıkları dahil) temyiz incelemesi bekleyen milyonlarca dava dosyası; adil yargılama konusunda Türk yargı sisteminin içinde bulunduğu durumu ortaya koyan, kara bir bilançodur. Bu tablo ile mahkeme kapısında hak arayan vatandaşların vicdanlarını sakinleştiremezsiniz. Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında yapılan bir değişiklikle temel haklar konusunda milletlerarası andlaşmalarla - ulusal yasa arasındaki farklı düzenlemelerde milletlerarası andlaşmaların esas alınacağına ilişkin kuralın imkanlarından halkımız yoksun bırakılmıştır. Hem yerel mahkemeler hem de temyiz makamları bu kuralı uygulamamak için ciddi bir direnç göstermişlerdir. Evrensel yargı standartlarının hayata geçirilmesinde büyük imkan sağlayacak bu madde adeta yok sayılmıştır. Bu nedenledir ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesin’de adil yargılama hakkının ihlali konusunda Avrupa Konseyine üye 47 ülke arasında Türkiye birinci sırada yer almaktadır.

Yargı sisteminde yaşanan bu olumsuzlukları ortadan kaldıracak, Özgürlük ekseninde yükselen uluslar arası insan hakları uygulamalarını ulusal referansa dönüştürecek bir yargı reformu yapılmadıkça, hukuk devleti ilkesinden söz etme hakkımız olamaz.

Sayın Cumhurbaşkanım

12 Eylül 2010 referandumu ile kabul edilen Anayasa değişiklikleriyle Anayasa Mahkemesinin görev alanında önemli düzenlemeler yapılmıştır. Anayasa’da düzenlenen ve uygulanması için bugünlerde TBMM’de görüşülmekte olan Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanun tasarısında yer alan “Bireysel Başvuru”ya ilişkin esas ve usuller, bazı yüksek yargı mensuplarınca eleştirilerek tepkilerine neden olmuştur. Görüşülmekte olan bu yasa hakkında konumum gereği bir değerlendirme yapmam mümkün değildir. Ancak, yanlış bilgi sonucu gerçeği yansıtmayan eleştirilere karşı dünyadaki uygulamaları özetle sunmak zorunluluk haline gelmiştir.

Anayasa’da yapılan değişiklikle, bireysel başvuruları karara bağlamak üzere Mahkememiz bünyesinde iki başkanvekili başkanlığında dörder üyenin katılımı ile çalışacak iki bölüm oluşturulmuş, en geç iki yıl içinde hazırlıklar tamamlanarak şikayetlerin kabul edilmeye başlanacağı öngörülmüştür. Mahkememiz bu çerçevede hazırlıklara hızla başlamış ve bireysel başvurunun hukuksal alt yapısının oluşturulmasına hazırlık için başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere bireysel başvurunun uzun zamandır uygulandığı Federal Almanya, İspanya ve Güney Kore’ye meslektaşlarımız gönderilmiş, bu incelemeler sonunda hazırlanan raporlar yasal düzenlemelere katkı sağlamak üzere herhangi bir öneride de bulunulmadan Mahkeme heyetimizin bilgisi dahilinde ilgili makamların takdirine sunulmuştur.

Bireysel Başvuru kısmen farklılıklar gösterse de, temel esas ve usul konularında tüm ülkelerde benzer şekilde uygulanmaktadır. Federal Almanya, Avusturya, İspanya, Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, İsviçre, Belçika, Rusya, Meksika, Brezilya, Arjantin, Güney Kore gibi kırktan fazla ülkede bireysel başvuru yolu uygulanmaktadır.

Temel hak ve özgürlükler konusunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin öngördüğü koruma sistemi ikincil nitelikte bir koruma olup, sözleşmenin 1. maddesine göre, bu hakları güvence altına almak esasen taraf devletlerin yükümlülüğüne bırakılmıştır. Bu nedenle temel hak ihlallerinin önlenmesi öncelikle ülkemizdeki tüm idare ve yargı mercilerinin birinci görevidir. Zira sözkonusu hak ihlallerinin önlenmesinde bu kurumlar Anayasa Mahkemesine göre daha etkin konumdadırlar.

Anayasamızın değişik 148. maddesine göre, bireysel başvuru, temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiğini ileri süren bireylerin tüm yargı yollarını tükettikten sonra başvurabilecekleri ikincil nitelikte olağan üstü bir kanun yoludur. Temel haklara ilişkin olmayan mahkeme kararlarının Anayasa Mahkemesince incelenmesi söz konusu olamaz. Maalesef mahkeme kararlarının tamamının Anayasa Mahkemesince denetleneceği gibi gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir izlenim yaratılmaya çalışılmaktadır. Bireysel başvuru; itiraz, istinaf ya da bir temyiz yolu değildir. İtiraz ve temyiz yolunda gözetilmesi gereken konular hakkında Anayasa Mahkemesinin inceleme yapması düşünülemez. Esasen Anayasa bunu açıkça yasaklamış olduğundan bu tür başvuruların incelenmeden reddedileceği açıktır. Anayasa Mahkemesinin süper temyiz makamı biçiminde nitelendirilmesi bilgi eksikliğinden kaynaklanmıyorsa, bireysel başvuru yolunu etkisiz ve sonuçsuz bırakma gayretinin bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Temyiz incelemesinde kanunların doğru anlaşılması ve uygulanması denetlenirken, bireysel başvuruda yargı kararının sebep olduğu temel bir hakkın ihlali aranacaktır. Anayasa Mahkemesinin temel hak odaklı bu denetimi, kendi uzmanlık alanına ilişkin sınırlı ve teknik bir nitelik arzetmektedir.

Almanya ve İspanya örneklerine bakıldığında elde edilen rakamların bu anlayışı daha da netleştirdiği açıkça görülmektedir.

Almanya Anayasa Mahkemesine 2009 yılında yapılan toplam bireysel başvuru sayısı 6308’dir. Bu başvuruların 5782’si mahkeme kararlarına karşı yapılmış, ancak 138 karar bir hak ihlaline neden olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir. Aynı şekilde 2009 yılında İspanya örneğinde de 6885 mahkeme kararı bireysel başvuruya konu olmuş bu kararların 59’u hak ihlâli nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal konusu yapılmıştır.

Dünyadaki bireysel başvuru uygulamalarında da görüldüğü gibi inceleme sonunda bir hak ihlali saptanmışsa; buna sebep olan yargı kararı ya iptal edilmekte ya da hak ihlalinin sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması için ilgili mahkemeye gönderilerek yargılamanın yenilenmesi istenmektedir. Tespit edilen Hak ihlalinin bu yollarla ortadan kaldırılmasına imkan görülmüyorsa Anayasa Mahkemeleri doğrudan tazminata hükmedebileceği gibi, başka bir mahkeme kararına konu yapılmak suretiyle tazminat öngörebilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yetkililerinin gerek uygulamaları ile gerekse sözlü olarak ifade ettikleri bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. Bireysel Başvuruyu kabul eden Anayasa Mahkemelerinin hak ihlallerini ortadan kaldıracak “etkin bir denetim yolunu” gerçekleştirmesi gerektiği vurgulanmakta, aksi takdirde etkisiz bir denetim yapan Anayasa Mahkemeleri yok sayılarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin başvuruları doğrudan kabul edeceği belirtilmektedir. Hak ihlallerini sadece tesbit ederek hiçbir sonuca bağlanmayan Anayasa Mahkemesi denetiminin anlamsızlığı ve etkisizliği açıktır.

Sayın Cumhurbaşkanım

Türk hukuk sistemine ilk defa giren bireysel başvuru gibi önemli bir hak arama yolunun bütün ayrıntıları ile yasal bir düzenlemeye bağlı tutulmasının zorluğu açıktır. Bu konuda oluşacak bazı boşluk ve ayrıntıların Anayasa Mahkemesi içtüzüğü ve içtihatlarıyla şekilleneceğinin kabulü doğal karşılanmalıdır. Çok süratli ve etkin bir yargı reformu yapılmadıkça Bireysel başvurunun başarı şansının oldukça düşük olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Açıkça ifade etmek gerekirse bireysel başvuru, tüm yargı organlarını kuşatarak, adil yargılama konusunda daha duyarlı, davranmalarını sağlayacak önemli bir denetim yolu olacaktır.

Getirilen bu olağanüstü kanun yolunun halkımızın ihlal edilen haklarına adil sonuçlar öngörerek, insanlık onurunu yücelteceğine olan inancımı bir kez daha belirtmek istiyorum.

Hak ve özgürlükler artık evrenseldir. Onları derinleştirmek, tehditler karşısında savunmak Anayasa Mahkemelerinin temel görevidir. Anayasa yargısının özü; ırk, renk ve inancı ne olursa olsun insan olma ortak paydasına sahip herkesin var olan onurunu yüceltmektir. Bu kutsal görevi başarı ile yürütebilmek, ancak adil ve tarafsız kalmayı becerebilen yargıçların varlığı ile mümkündür.

Bugün yemin ederek görevine başlayacak olan Prof. Dr. Erdal TERCAN’ın bu anlayış içinde görevini sürdüreceğine olan inancımı belirterek kendisine başarılar diler, törenimize onur veren başta zatıalileri olmak üzere tüm seçkin konuklarımıza mahkememiz adına saygı ve şükranlarımı sunarım.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
18/10/2010

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa Mahkemesi Üyelerinin görevlerine başlamadan önce andiçmelerini zorunlu kılan 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 7. maddesi uyarınca düzenlenen andiçme törenini onurlandırdığınız için size ve değerli konuklarımıza en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

2949 sayılı Kanun’un 7.maddesi uyarınca, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını koruma; Anayasa Mahkemesi üyeliği görevini doğruluk, tarafsızlık ve hakka saygı duygusu içinde” yerine getirme sözlerini içeren andın içilmesi zorunluluğu büyük anlam taşımaktadır.

Tarih ve Türk Ulusu önünde yüklenilen sorumluluğun önemini vurgulayan andiçme töreninin, Anayasa’ya sadakat görevini de simgelediği kuşkusuzdur.

Son derece onurlu ancak aynı ölçüde de sorumluluk gerektiren Anayasa Mahkemesi Üyeliği görevine bugün andiçerek başlayacak olan Üyelerimizin Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesini savunarak, görevini sorumluluk bilinci içinde, Anayasa’ya, yasaya ve hukuka uygun olarak oluşacak vicdani kanaatlerine göre yerine getirecekleri kuşkusuzdur.

Korumak üzere kendilerine emanet edilen Anayasa’nın temel ilkelerinin doğasını bozmadan sürdürecekleri görev anlayışı biraz sonra yapacakları yeminin en önemli sonucu olacaktır.

Mahkeme’nin bağımsız ve güvenceli yapısı, ödünsüz görev yapma anlayışını egemen kılacak bir çalışma ortamını oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesi dün olduğu gibi bugünde, yarında, Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyini yakalamış, gerçekten demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletinin tam bir yansızlık içinde koruyucusu ve en büyük güvencesi olacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım.

12 Eylül 2010 günü yapılan halkoylaması sonucu kabul edilen Anayasa değişiklikleriyle Anayasa Mahkemesi’nde hem yapısal hem de fonksiyonel anlamda ciddi değişiklikler olmuştur. Mahkememizin üye sayısı arttırılmış bu çerçevede dört yedek üyemizin asıl üyeliğe geçirilmesi ve bugün yapacakları yeminle aramıza katılacak olan iki üyemizin de göreve başlamasıyla kurulun onyedi olan üye sayısı tamamlanmış olacaktır.

Üye sayısının arttırılmasında en önemli gerekçe olarak gösterilen ve Anayasa Mahkemesine Anayasa’nın 148 maddesinde yapılan değişiklikle görev olarak tevdi edilen “Bireysel Başvuru” olağanüstü bir kanunyolu olarak milletimizin hizmetine sunulmuş olmaktadır.

Bilindiği üzere bireysel başvuru, yada Anayasa şikayeti, anayasamızda güvence altına alınmış olan hak ve özgürlüklerden herhangi birisinin yasama, yürütme ve yargı güçleri tarafından ihlal edilmesi halinde başvurulan bir yoldur. Hakları ihlal edilen vatandaşlarımızın, tüm kanun yollarını tükettikten sonra, başvurdukları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye’den yapılan başvuru sayısının toplamda önemli bir sayıya ulaştığı hepimizin bilgisi dahilindedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önünde beklemekte olan Yüzyirmibini aşkın dosyanın %12’ si Türkiye’den Yapılan şikayetlerden oluşmaktadır. Bu şikayetlerden karara bağlananların büyük bölümü üzülerek belirtmeliyim ki adil yargılama hakkının ihlal ile ilgilidir. Bu tablo, köklü bir anayasa yargısı geleneğine sahip olan ülkemiz açısından; bağımsız, tarafsız, hızlı, etkili ve adil bir yargılama sisteminin önündeki engellerin kaldırılmasını hayati bir yükümlülük olarak göstermektedir. Eğer bir ülkede yılda onbeşbinden fazla dava dosyası zaman aşımına uğruyorsa, bunun çözüm yollarını eleştirmeye ve ötelemeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Esasen, Anayasanın 2004 yılında gerçekleştirilen değişiklikle insan haklarına ilişkinuluslar arası sözleşmelerin milli yasalarla farklı hükümler içermesi durumunda, uluslar arası sözleşmelerin uygulama önceliğine sahip kılınması, bireysel başvuruya ilişkin anayasal alt yapının mevcut olduğunu açıkca göstermesine rağmen, yargı organlarınca bunun uygulamaya geçirilmediği de açık bir gerçektir. Bu düzenleme ile Anayasa koyucunun iradesi, evrensel hale gelmiş hak ve özgürlük standartlarının, vatandaşlarımız içinde uygulanmasını istemekten başka bir anlam taşımamaktadır.

Bireysel Başvuru Türkiye’deki Yargı organlarının uygulamasıyla, uluslararası yargı uygulamaları arasındaki uyumun sağlanmasını mümkün kılacak, özgürlük ekseninde yükselen uluslararası insan hakları uygulamaları ulusal referansa dönüşerek devlet ve toplum hayatına egemen olabilecektir.

Açıkça ifade etmek gerekirse bireysel başvuru, tüm yargı organlarını kuşatarak, adil yargılama konusunda daha duyarlı, davranmalarını sağlayacak önemli bir denetim yolu olacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa’da yapılan değişiklikle bireysel başvuruları karara bağlamak üzere Mahkememiz bünyesinde bir başkan ve dört üyeden oluşan iki bölüm oluşturulmuş, en geç iki yıl içinde hazırlıklar tamamlanarak şikayetlerin kabul edilmeye başlanacağı öngörülmüştür. Mahkememiz bu çerevede hazırlıklara hızla başlamış ve bireysel başvurunun uygulamaya dönük hukuksal alt yapısının oluşturulması için başta Avrupa İnsan Hakları mahkemesi olmak üzere bireysel başvurunun uzun zamandır uygulandığı Federal Almanya, İspanya Avusturya ve Kore’ye beş ayrı meslektaşımız gönderilmiş bunlardan bir bölümü incelemelerini tamamlayarak yurda dönmüştür. Aysonuna kadar bitecek olan bu incelemeler sonunda hazırlanacak olan raporlar yasal düzenlemelere esas olmak üzere ilgili makamlara sunulacaktır. Sistemin sağlıklı ve başarılı bir uygulamaya kavuşturulabilmesi için nitelikli, yetenekli, deneyimli ve evrensel hukuk anlamında gelişmeleri takip edebilecek olgunluğa erişmiş bir raportör kadrosunun varlığına acil ihtiyaç olduğu açıktır. Dünya uygulamalarına bakıldığında mahkememize yapılacak muhtemel bireysel başvuruların yoğunluğunu ve büyüklüğünü tahmin etmek bizler için zor bir öngörü değildir. Çok yoğun ve çetin geçeceğini düşündüğümüz bu işyükünün Mahkeme heyeti, Raportörleri ve yardımcı personeli için özveri isteyen bir iş hayatının biz beklediğini biliyoruz. Hukuksal ve teknik düzenlemelere esas olmak üzere, işi kolaylaştıran, bürokratik engelleri en aza indiren, etkin, hızlı yöntemlere ve bunları hayata geçirecek mensuplarımızın çalışma şartlarını motive edecek öneriler bir rapor halinde ilgili yerlere ulaştırılmıştır.

Getirilen bu kanun yolunun halkımızın hukuksal sorunlarına adil çözümler öngörerek, insanlık onurunu yücelteceğine olan inancımı bir kez daha belirtmek istiyorum.

Sayın Cumhurbaşkanım

Anayasa Mahkemesinin asli görevi, bireyin doğuştan ve sadece insan olmasından dolayı sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerini korumaktır. Başka bir anlatımla Anayasa yargısının özü ırk, renk ve inancı ne olursa olsun insan olma ortak paydasına sahip herkesin var olan onurunu yüceltmektir. Bu kutsal görevi başarı ile yürütebilmek, ancak adil ve tarafsız kalmayı becerebilen yargıçların varlığı ile mümkündür.

Anayasa yargısı hak ve özgürlüklerin güvencesidir. Bu yargı, gücü elinde bulunduranlara ölçülü ve makul olmayı öğretir. Güçlüleri, hukukun içine çekerek bireyi koruma altına alır. Çoğulcu, katılımcı, insan onuru ve hukukun üstünlüğü temeline oturan, dinsel ve etnik dogmalardan arınmış, değişime açık, toplumun değerleriyle bütünleşmiş, farklılıkları uzlaştıran Anayasalar bir toplumun hayat sigortasıdır. Tüm toplumlarda özgürlük, demokrasi ve daha çok hukuk isteklerine ilişkin güçlü sesler yükselmekte, buna cevap veremeyenler ise yıkılıp gitmektedir. Değişime karşı çıkan çağın nabzını tutamayan Statükonunkibirli mensupları artık halkı ikna edememektedir.Anayasaların ve Anayasa mahkemeleri üyelerinin toplumun bu istekleri karşısında kayıtsız kalması düşünülemez. Bizler vereceğimiz kararlarla bu alanları genişleterek insanca yaşama arzusuna destek vermek zorundayız. Zira, özgürlük ve demokrasinin tadına varmış insanları susturabilmek ancak zorba devletlerin işi olmuştur. Devletin asıl görevi, yükselen bu sesleri susturmak değil, farklı sesleri ahenkli hale getirerek maskeli ve ikiyüzlü bir ahlakın oluşmasına engel olmaktır. Irkı ve rengi ne olursa olsun, inansın inanmasın, insan olma onuruna sahip herkesi Devlet kucaklamak zorundadır. Hukuk dışı yollarla bu isteklere karşı koyan Devletlerin, güç ve itibar kaybetmekten başka bir kazancı olmayacaktır.

Güçlü devletin, “kendini koruma hakkı”anlayışının arkasına gizlenerek bireylerin hak ve özgürlüklerini yoketme girişimi meşru müdafaa” zeminine de oturtulamaz. Zira, devletle birey arasındaki güç dengesizliği buna asla izin vermez. Özgürlük, demokrasi, sevgi ve barış temeli yerine otoriter devlet anlayışı düşman üretmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Demokratik sistemi meydan okuyarak , halkı tehdit ederek koruma imkanı da yoktur. Devleti güçlü, ancak özgürlüklerini doya doya yaşamamaktan dolayı halkı mutsuz olan bir ülkenin varlığının anlamsızlığı açıktır. Bu mutsuzluğun toplumsal bir öfkeye dönüşmesi de kaçınılmazdır. Unutmayalım ki demokratik ülkeler gücünü daime özgürlüklerden alır.

Demokrasi ve özgürlükler artık evrenseldir. Onları derinleştirmek, kökleşmesine katkıda bulunmak, tehditler karşısında savunmak, Anayasa Mahkemelerinin temel görevidir. Bu değerlerin evrenselliği “İnsan Hakları Dünya Konfederasyonu”tarafından “bütün insanların hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi, Uluslararası toplumun meşru ilgi alanıdır” denilerek belgelendirilmiştir. 900 milyon Avrupalının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyor olması da bu anlayışı onaylamaktadır. Konuştuğumuz bu evrensel değerler tüm insanlığın gönül birliğini ve bütünlüğünü sağlayacak etki ve öneme sahiptir. Uygarlıkları çatıştırarak değil onları buluşturarak birlikteliğimizi kurabiliriz. Farklılıkları değiştirmeye, dönüştürmeye veya kendimize benzetmeye çalışmadığımız sürece bu hedefi yakalamak hayal değildir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yunanistan'la ilgili verdiği bir kararında “Demokratik ve çoğulcu toplumla bütünleşen bir ülkenin yetkililerine düşen görev çoğulculuğu yok ederek gerginlik nedenini ortadan kaldırmak değil, farklı grupların birbirlerine karşı hoşgörülerini arttırmaktır.” diyerek birlikte yaşamanın formülünü vermiştir. Kendi özgürlüklerimiz ne kadar önemli ise başkalarının özgürlükleri de o kadar önemlidir duyarlılığı ve ve bilinci toplumsal çatışmayı önleyecek yegane formüldür. Bu bağlamda her ülke kendi gerçekleri ile dünya gerçeklerini örtüştürmek zorundadır.

Düşmanca duygulardan, öfkeden, kinden arınmış, barışın ve sevginin hakim olduğu bir dünyayı gelecek kuşaklara teslim etmek istiyorsak herkesin hayat tarzına, düşüncesine,inancına, farklılığına ve varlığına saygı göstererek, insanlık onurunu yüceltmek, korumak ve kollamak zorundayız. Zira, tüm dünyada eksik ya da fazla hayata geçirilen tüm hak ve özgürlüklerin üzerini kazıdığınız zaman altından “insanlık onuru”çıkar. Bunu korumak ve kollamak ise başta Anayasa Mahkemeleri olmak üzere herkesin değişmez bir görevidir.

Bu görevi yerine getirmede büyük güç katacaklarına inandığım yeni üyelerimize görevlerinde başarılar dilerken, törenimize katılma nezaketini gösteren başta zatıalileri olmak üzere tüm seçkin konuklarımıza mahkememiz adına saygı ve şükranlarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
22/04/2010

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa Yargısı alanında hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak ve hukuk devleti ilkesinin tüm kurum ve kurallarını toplumda egemen kılmak amacıyla görev yapan Anayasa Mahkemesinin 48. kuruluş yıldönümü etkinlikleri ile aramıza yeni katılan değerli üyelerimizin andiçme törenlerine onur verdiğiniz için başta siz olmak üzere ülke dışından gelen saygın anayasa ve yüksek mahkeme başkanları ile beraberindeki heyete ve tüm konuklarımıza hoş geldiniz diyor, mahkememiz adına şükranlarımı sunuyorum.

Anayasa Mahkemesinin 48. yılında ülkemizin halen en önemli sorunu olarak ön plana çıkan yargı bağımsızlığı, tarafsızlığı ve sorumluluğu konusunu yeniden konuşmak durumunda kaldığımız için üzgünüm. Üzgünüm, zira Cumhuriyetimiz 87, Anayasa Mahkememiz 48 yaşında olmasına rağmen halen bu konuyu tartışıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının, aradan geçen bunca zamanda elde ettiği birikimlerinin çok önemli boyutlara ulaşmış olmasına rağmen, insan kalitesine bağlı sorunlarını çözme başarısını gösteremediğini görüyoruz. Yargıda bağımsızlık ve tarafsızlık adına yaşanan tüm olumsuzlukların kaynağında insanı ve ona bağlı niteliklerini buluyoruz.

Yargının kendi içinden kaynaklanan sorunlarını ortaya koymaya çalışırken tek bir yargı mensubunu dahi hedef almadan, sistemin özeleştiri kapsamında bir değerlendirmesini yapmak arzusunda olduğumu peşinen ifade etmek isterim. Kastım, yargı mensuplarının canını acıtmak değil, yargının canını acıttığı insanların bilmesi gereken sorunları ortaya koyabilmektir.

Değerli konuklar,

Yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı, adil yargılanma ve sorunlarla dolu işleyişine ilişkin konularda toplumun çok ciddi kaygısı, endişesi ve şikayeti vardır. Bu çığlıklara sebep olan sorunları konuşmadan üstünü örtmek , ötelemek ancak, hastalıklı bir hukuk devletinin böyle devam etmesinden çıkar sağlayanların bilinçli bir yöntemi olabilir. Oysa, insan onuru ve hukukun üstünlüğü temeline oturan tarafsız ve güçlü bir yargı sistemi toplumun hayat sigortasıdır. Bu nedenledir ki yargının sorunlarını korkuya ve öfkeye kapılmadan konuşacağız. Farklı görüşler arasında olması gereken diyaloglar kurularak sorunlara çözüm projelerini toplumun beğenisine sunacağız. Herkesin, ifade özgürlüğünü sonuna kadar kullanarak yargıyla ilgili hissettiği acılarını bizimle paylaşmalarına imkan tanıyacağız.

Sorunlara çözüm önerileri getirmek yerine suçlamayı tercih eden önyargılı ve saplantılı ideolojik itiraz sahipleri, haklı ve isabetli çözümlerin hayata geçmesini engellemektedirler. Yargı, sorunlarına ilişkin özeleştirisini yapma cesaretini göstererek çözüm yollarını doğrudan topluma önerebilmeli, çocukluk dönemine ilişkin hastalıklarından kurtulma zamanının geldiğini anlamalıdır. Bağımsızlığa ve tarafsızlığa teslim olmayı reddedenler ayakta kalamayacaklardır. Demokratik bir hukuk devleti olma mücadelesini işimizden, eşimizden arta kalan zamanlarda değil, tüm varlığımızla sürdürmedikçe yolumuz çok ama çok uzayacaktır. Yargıyı ideolojik vesayet altında tutmaya çalışanlar bağımsızlık ve tarafsızlıktan en çok rahatsız olanlardır. Her konuda farklı düşünebiliriz, ancak yargının tarafsızlığı konusunda herkesin ittifak etme zorunluluğu vardır. Esasen yargıcın sahip olduğu inançlarını, siyasi görüşlerini, ideolojisini, özetle kutsallarını kararlarına yansıtması çözülmesi gereken en ciddi bağımlılık sorunudur. Bu bağımlılık karşı düşünceyi tahrik etmekte, başka bir yanlışa, farklı bir bağımlılığa davetiye çıkarmaktadır. Yasama, yargı ve yürütme gücünü kim kullanırsa kullansın, yasal güvencelerin arkasına saklanarak hukuk dışı yöntem ve yollarla ülkeyi, demokrasiyi ve cumhuriyeti kurtarma düşüncesinden vazgeçmelidir. Toplumun geleceğe dair korkuları yıllarca istismar edilerek kullanılmış, hukuk dışı davranışların, işkencelerin, faili meçhullerin meşru zemini oluşturulmaya çalışılmıştır. “Kurumlar yıpranmasın” anlayışının arkasında ülkeye nasıl bir bedel ödettirildiğinin farkında olduğumuzun bilinmesi gerekir. Hangi kurum veya kuruluş mensubu olursa olsun hukukun dışına çıkan bir eylemi sabit olduğunda, onu koruma ve kollama çabaları yerine, bedelini kendisinin ödemesine imkan sağlanması halinde kurumların yıpranması önlenmiş olacaktır. Yargı ise bu bedeli ödetme ve hesap sorma makamıdır. Başka bir anlatımla, yargı gelecek kuşaklara kapanmamış hesap bırakmaması gereken bir güçtür.

Yargı bu hesabı görmeye başladığında elindeki adalet terazisinin ayarını bozarsa toplumun güven duygusunu kaybedecektir. Verdiği kararlarla toplum vicdanını sakinleştiremeyen yargının, hakkını arayanların hukuk dışı yöntemlerle sorunu çözme eğilimlerini güçlendireceği açıktır.

Duverge’nin ifadesiyle “hukukun gücünün azaldığı yerde güçlünün hukuku geçerli olmaya başlayacaktır”. İnsanların arasındaki anlaşmazlıkları çözecek tarafsız bir otoriteye duyulan ihtiyaç, Devleti ve egemenliği doğurmuştur. Egemenlik yetkisi kullanan hakimlerin tarafsızlığına duyulan güven nedeniyle “Berlinde hakimler var” sözü tarihe not düşürülmüş ve hukuk tanımaz güçlere karşı sığınılacak yerin tarafsız bir mahkeme olduğuna işaret edilmiştir.

Sayın Cumhurbaşkanım, değerli konuklar,

Ülkemizde yargının tarafsızlığından ve bağımsızlığından şikayet edenlerin sosyal profiline baktığımızda ciddi bir eksen kaymasının gerçekleştiğini görüyoruz. Yıllardır soruşturma ve kovuşturma hukukunun haksız ve ölçüsüz uygulamalarına konu olmuş olayları ve insanları görmezlikten gelenler, her ne olduysa bugün yargıdan en çok şikayet eden konuma gelmişlerdir. Oysa, hukuk dünyası yargılanan kişilerin itibarı, makamı, unvanı ve rütbesi ile asla ilgilenemez. Ancak uygulamalar bunu teyit etmiyor.

Ne yazık ki Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün 2009 yılı sonundaki verilerine baktığımızda ülke genelinde cezaevlerinde yatan hükümlü ve tutuklu sayısı yüzonaltı bin civarında görülmektedir. Bunun altmış bini tutuklu ellialtı bini ise hükümlüdür. Bu sayının toplamda % 52’si tutuklu olarak cezaevlerindedir. Bir başka deyişle cezaevlerinde yatanların yarıdan fazlası tutukludur. Çağdaş ülkelerle kıyas edilemeyecek kadar tutuklu barındıran ülkemizdeki bu tablo kimseyi rahatsız etmez iken, itibarlı, rütbeli, makam sahibi insanlar bu sayıya dahil olduklarında yargıçların tarafsız olmadığı, usul yasalarının yanlış ve yanlı uygulandığı iddiaları söylenir hale geldi.

Doğru olanı ise hiçbir ayırım gözetilmeksizin, % 52 olan tutuklu oranının sorgulanmasıdır. Usul yasalarına göre, belli koşullarda uygulanması gereken tedbir niteliğindeki tutukluluğun erken cezalandırma yöntemine dönüşmesi insan onurunda onarılması güç yaralar açmaktadır. Tutuklulara karşı olan dostluk ve husumet bu gerçeği söylemeye engel olmamalıdır.

Zira insan onuru, sadece imtiyazlıların ve itibarlıların değil, insan olma ortak paydasına sahip, kayıtsız şartsız herkesin taşıdığı temel bir değerdir. Bu değerin yaşatılması tarafsız bir yargının güvencesi altında gerçekleşebilir. Ancak, yargı bağımsızlığını, taraf olduğu değerlerin sığınağı olarak kullananlar yargı güvencesini topluma hissettiremezler. Unutulmamalıdır ki, taraflı ve bağımlı bir yargının hiçbir dönemde kazananı olmamıştır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Türk halkı bugünkü yargı düzeninden şikâyetçidir. Hangi yüksek yargı kuruluşunun kaç kişiden oluştuğu, nasıl seçildiği tartışmaları onları doğrudan ilgilendirmiyor. Toplum haksızlıklara karşı tek sığınak olarak gördüğü yargısından aldığı kararın zamanı, sürati, etkisi ve kararı veren hakimin tarafsızlığı konularında kendini doğrudan ilgili görüyor, şikayet ve mutsuzluklarını da bunlar üzerinde yoğunlaştırıyor.

Etkin, süratli, tarafsız ve bağımsız bir yargı konusunda yaşanan olumsuzluklar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayet yolunu cazip ve zorunlu kılmaktadır. Avrupa Mahkemesinin verdiği ihlal kararlarının büyük bölümünün adil yargılanma ilkesine aykırılık üzerine kurulduğu gerçeği de toplumun şikayetini teyit eder niteliktedir. Bu konuda yüksek yargı organlarına ait bilgi siteleriyle Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce açıklanmış verilerden hiçbir yorum yapmadan bazı kesitler vermek istiyorum.

2009 yılı itibariyle Yargıtay Başkanlığının iş yüküne bakıldığında, ceza dairelerinde geçen yıllardan devirlerle birlikte beşyüzyirmibin, Hukuk dairelerinde dörtyüzseksenbin ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında ise altıyüz binin üzerinde olmak üzere toplam bir milyon altıyüz bin civarında dava dosyasının bulunduğu Yargıtay’ın kayıtlarından anlaşılmaktadır.

2008 yılındaki verilere göre, bir ceza davasının başlamasından kesinleşmesine kadar geçen ortalama süreler incelendiğinde; savcılıklarda 346 gün, ceza mahkemelerinde 258 gün, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ile Yargıtay’ın ceza dairelerinde 838 gün olmak üzere toplam 1442 gün yani ortalama tam 4 yıl sonunda ceza davalarının kesinleşerek sonuçlandığı görülmektedir.

Yargıtay Ceza Dairelerinde 2009 yılı sonu itibariyle onbeş bin civarında dosyanın zamanaşımına uğradığı Bakanlığın istatistik kayıtlarından saptanmıştır.

Danıştay Dava Dairelerinde 2008 yılı sonu verilerine göre, ikiyüzelli bin civarındaki dosyanın ancak % 39’unun sonuçlandığı dikkate alınırsa % 60 oranında dosyaların ertesi yıla devredildiği açıktır.

Anayasa Mahkemesi ise 2005 yılından 2010 yılı Nisan ayına kadar kendisine intikal etmiş, itiraz ve iptal davaları ile yüce divan ve parti kapatma davaları dahil toplam sekizyüz yetmiş üç dosyanın yediyüz ellisini karara bağlayarak kalan 123 dosyanın bu yıl sonuna kadar bitirilmesi için gerekli planlamaları yapmıştır.

Bu rakamların ifade edilmesinde yargı mensuplarını incitmek gibi bir amacın olmadığını yeniden belirtmek isterim. Amacım, Türk yargı sisteminin içinde bulunduğu tabloyu ortaya koymaktır. Nitekim belirtilen yüksek yargı organlarının sayın başkanları da yargının içinde bulunduğu durumu izah etmek için bu saptamaları zaman içinde yapmışlardır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Yargının bağımsızlık ve tarafsızlığı konusunda yaşadığı sorunları bir an için gözardı ederek yukarıdaki tablo değerlendirildiğinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının adil yargılanma konusunda yaşadığı acıları ifade eden yeterli veriler olduğu açıkça görülmektedir. Bu gerçekler karşısında ülkemizin bu yargı sistemi ile çağdaş hukuk devleti niteliğini yakalaması asla mümkün değildir. Halkımızın mutluluğu adına uygar dünya ile bütünleşmiş, her türlü siyasi ve ideolojik etkiden arındırılmış, hızlı ve etkin bir yargı sisteminin kurulması için acil bir yargı reformunun yapılması zorunluluk haline gelmiştir. Nitekim, Avrupa Birliği ilerleme raporlarında da bağımsız, tarafsız, etkin ve hızlı bir yargının gerekliliğine işaret edilmiş, Türkiye ise Katılım Ortaklığı Belgelerinde bu engelleri ortadan kaldırmak için söz vermiştir.

Yargı sürecinde oluşan adalet dağıtımındaki bu aşırı gecikme acil çözüm üretmeyi zorunlu kılmaktadır. Yüksek yargı mensuplarımızın donanımları, bilgi birikimleri ve deneyimleri bu sorunlara çözüm bulmaya fazlasıyla yeterlidir. Ancak, bu birikimlerden sorunların çözümü için yeterince faydalanılmadığı da bir gerçektir. Uyuşmazlıkların yargıya intikal etmesinden önce öngörülecek çözüm yollarının yetersizliği ve yargılama aşamalarında ara kademelerin hayata geçirilemeyişi, yüksek yargı organlarına başvuru sayısındaki artışın ciddi nedenleridir.

Çeşitli hukuk sistemlerinde alternatif çözüm yolları bağlamında müzakere, arabuluculuk, anayasal dayanağı olan çeşitlendirilmiş tahkim ve ombusmanlık gibi uygulamalar yargıya intikal etmeden önce uyuşmazlıkların çözümünde önemli katkılar sağlayacaktır. 1960 sonrasında ABD ve Almanya da yapılan yargı reformu kapsamında özellikle çevrenin ve tüketicinin korunması, haksız rekabet, iş hukuku, cinsiyet ve ırk ayrımı gibi alanlarda hayata geçirilen “grup davaları” yöntemi yargı düzenimize kazandırılmalıdır. Hukuka aykırılıklara karşı benzer davaların toplulaştırılmasını sağlayan bu sistem, dava giderleri ve görülme zamanı yönünden hak aramayı kolaylaştırdığı gibi usul ekonomisine sağladığı imkan nedeniyle mahkemelerin iş yükünü önemli ölçüde hafifletecektir.

Değerli yargı mensupları,

Meslek hayatımızda yaşadığımız olumsuzlukları kamuoyu ile paylaşma erdeminden kaçınmamalıyız. Bu bağlamda altını çizerek ifade etmek istediğim bir konu da yüksek yargıda çeşitli görevler için yapılan seçimlerde yaşanan olumsuzluklardır.

Yüksek yargıda seçim telaşının olmadığı günler sayılıdır diyebiliriz. Seçim sisteminin gereği olan ziyaretler, görüşmeler, kulisler yargıda ciddi zaman kaybına neden olduğu gibi, seçim psikolojisinin yargı mensupları arasında mevcut olan ilişkiler üzerindeki belirleyici etkisi, gruplaşmayı ve ayrışmayı da beraberinde getirmektedir. Yüksek yargıdaki bu seçim sisteminin objektif kriter ve meslek ilkelerine dayalı çözüm yolları ile yeniden düzenlenmesi ve seçimlik görevlerin sayısının azaltılması yargının tarafsızlık ve bağımsızlık sorununa ciddi katkı sağlayacaktır.

Yargıda şeffaflık dönemi açılmalıdır. Türk Milleti adına karar verenlerin bunu nasıl oluşturduğunu milletin görme ve bilme hakkı vardır. Bu nedenle TBMM’de olduğu gibi Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, Yargıtay ve Danıştay’ın Genel Kurullarındaki görüşme ve müzakerelerin kayda alınması, tutanakların kamu oyuna açıklanması veya önemli görüşmelerin herkese açık olması sağlanmalıdır. Aleniyet ilkesi, toplumun geleceğine yön veren çok önemli kararların alındığı bu kurullardaki görüşmelerin gizliliğinin haklı gerekçelerini ortadan kaldırmaktadır.

Öte yandan, gerek bakanlığın, gerekse yüksek yargı organlarının kürsü hakim ve savcıları üzerinde oluşturduğu korku ve kaygılar giderilmedikçe bağımsızlıktan söz edilemez. Zira tarafsızlığı da sağlayacak olan bağımsızlık yargıcın zihnindeki beklentilerin, yüreğindeki kaygıların giderilmesiyle mümkündür.

Toplumun yargıyı nasıl algıladığını yargının mensupları merak etmelidir. Bize yakın ya da ötekine yakın hakim ve mahkeme ayırdının söyleme dönüşmesi yargının da, hukuk devletinin de çöküş habercisidir. Kamuoyunun dikkatinin yoğunlaştığı önemli davalarda birbiriyle çelişen ve toplum vicdanını ikna edecek hiçbir gerekçeye dayanmayan, günaşırı farklı kararların ortaya çıkması, yargıya olan güveni temelden sarsacak görüntülerdir.

Yargı mensuplarının sorunları ve yargının geleceğine ilişkin konularda faaliyet göstermek üzere dernek kurmak ve buna katılmak Anayasamızın ve uluslararası belgelerin güvencesi altındadır. Hakim ve savcıların da bu güvence kapsamında örgütlenme hak ve özgürlüklerini kullanması yadırganamaz. Derneklere ilişkin bu hakların sınırları da aynı Anayasa ve uluslararası belgelerde gösterilmiştir.

Son yıllarda yargı mensuplarının kurduğu dernek ve birliklerin yaptıkları faaliyetlerin bazı sorunları da beraberinde getirdiği yaşanan bir gerçektir. Dernek kurma ve buna üye olma hakkı bağlamında hakim ve savcıların, güvenlik güçlerinin, din adamlarının yaptıkları görev itibariyle toplum içindeki özel konum ve duruşları bunların haklarını kullanırken daha özenli ve sınırlı davranmayı zorunlu kılmaktadır. Yargıç derneklerinin toplumun tüm sorunlarıyla ilgili, öneri, görüş ve düşünce açıklamaları yargının tarafsızlığı ile doğrudan ilgilidir. Açıklanan görüş ve düşünceler baz alınarak derneklerin farklı siyasi zeminlere oturtulması, yargının siyasallaşması kapsamında ciddi bir tehlikedir. Farklı dünya görüşleri yansıtan derneklere üye olma konusun da hakim ve savcıların esasen endişe ve sorunlar yaşadığı da bir gerçektir.

Bu nedenle örgütlenme özgürlüğünün bağımsızlık ve tarafsızlığı olumsuz yönde etkilemeyecek şekilde hakim ve savcıların sadece mesleki sorunları ile ilgili sınırlı bir yapıya kavuşturulması zorunluluk arz etmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Halkın iradesini emanet etmediği odakların hazırladığı bu nedenlerle de evrensel değerlerin, ilkelerin, ölçülerin esas alınmaması sonucunda Anayasamızı sıkça değiştirme ihtiyacı ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçektir. Konumumuz itibariyle üzerinde yorum yapamadığımız son değişiklik projesiyle ilgili bir temennimizi burada belirtmekle yetineceğim.

Bağımsızlık ve tarafsızlık konularında ciddi sorunları olan yargı sistemimizde yapılacak değişikliklerin, tepkisel düşüncelere dayanmaması ve niteliği farklılaşmış yeni bir tarafsızlık ve bağımsızlık sorunu doğurmaması en büyük dileğimizdir.

Anayasalar, toplumdaki bütün farklılıkları ortak bir payda da buluşturarak bir arada yaşamayı sağlayan ve her sosyal kesimin katıldığı toplumsal bir sözleşme olarak tanımlandığına göre, biraraya gelmiş siyasi düşünce sahipleri ile kültür ve inanç gruplarının eğilim ve beklentilerine cevap veren bir anayasa oluşturulması ihtiyacı açıktır. Esenliğe kavuşmamızın yolu bu farklılıkların eşitlik ve barış temelinde buluşturulmasından geçmektedir.

Çoğulcu ve çoğunlukçu niteliği bulunan demokratik rejimlerde “bir sayı fazla ise hepsi benim” biçimindeki sayısal üstünlük anlayışı, temel hak ve özgürlükler alanında asla geçerli olmayan bir ilkedir. Azınlıkta kalan kesimlerin temel hakları da sayıların üstünlüğüne bağlı olmaksızın demokrasinin ve hukuk devletinin güvencesi altındadır.

Devletin temel yapısını, yönetim biçimini, devlet organlarının birbirleriyle olan ilişkilerini, kişilerin temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen Anayasaların içeriği kadar, yasalaşma yöntemi de demokratik rejimin dokusuna uygun katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü bir süreci yansıtması her yüreğin temennisi ve beklentisidir.

Siyaset kurumunun iç işleyişindeki olumsuzluklar ülkemizin hayati derecede önemli sorunlarının çözümünü güçleştirmektedir. Oysa, demokratik bir rejimde siyaset sorun yaratmak değil, sorunları çözme sanatı olarak tarif ediliyor. Siyasetin gerilim yaratma sanatı olmadığını görmek halkımızın en doğal hakkıdır. Toplumun en masum sorunlarının bile ideolojik bir bakıştan geçirildikten sonra “rejim krizine” dönüştürülmesi “siyasal ayrışmanın” keskinleşmesini besleyen en önemli kaynaktır. Zira yaratılan siyasi gerilim bireyleri taraf olmaya zorlamakta, yanlış da olsa ait olduğu siyasi kesimin doğrularını inatla savunmaya mecbur bırakmaktadır. Çağdaş dünya uygulamaları ile örtüşmeyen demokrasi, laiklik ve hukuk devletine ilişkin sorunlarımıza yeterli derinliğin kazandırılamaması, devlet aygıtı içinde hukuk dışı yapılanmaların derinlik kazanmasına neden olmuştur. Tüm hukuk dışılıklara rağmen olgunluğundan, vakarından ve onurundan hiçbir şey kaybetmeden olayları büyük bir soğukkanlılıkla takip eden yüce halkımızın varlığı en büyük şansımız olmuştur. Tahrikler, tehditler ve siyasi rant hesapları farklı yaşamların farklı kültür sahiplerinin bir arada yaşama bilincini ve kararlılığını ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Bu güzelliklerin karşılığı halkımıza verilmelidir. Halkın beklentisi, çözüm projeleri üzerinde anlaşma sağlanamasa bile, siyaset önderlerinin demokratik bir zeminde buluşması ve sorunların konuşulabildiğini göstermesidir. Bunu beceremeyenler bilin ki barış üretemezler.

Hukuk devleti, demokrasi ve laiklik gibi evrensel değerlerin genetik yapısı değiştirilerek “bize özgü modeller” yaratılması sorunlarımızı çoğaltmaktan başka sonuç doğurmamıştır. Ancak, sürmekte olan tartışmalar, eleştiriler ve yeni paradigmalar bu evrensel değerlerin orijinalini arama bağlamında umut verici gelişmeler olarak değerlendirilmektedir.

Anayasa yargısını ilgilendiren boyutu ile temel insan hakları ve özgürlükleri alanında yaşanan küreselleşme, hukuk sistemlerinde de bütünleşme dönemini getirmiştir. Çoğulcu, özgürlükçü, katılımcı, demokratik bir düzende yaşama bilinci bütünleşme ve dayanışmayı önemli ölçüde zorunlu kılmaktadır. Bu birliktelik çağın dışında kalan görüş ve düşünceleri sorguluyor, değiştiriyor ve doğal insan onuruna aykırı ne varsa ezip geçiyor. En önemlisi de, karanlık ve derin dünyaların tüm hukuk dışı eylemleri aydınlanmakta, egemen olan otoriter düzenler demokratik alana kayarak yer değiştirmekte, farklı kültür, inanç ve yaşayışların “kökünü kazıma” anlayışı yerini demokratik sabır ve olgunluğa bırakmaktadır. Ülkemizde temel hak ve özgürlükler ile rejim sorunlarının tartışıldığı bir dönemde, dünyada ikinci, üçüncü, hatta dördüncü kuşak haklara ilişkin yaşanan önemli gelişmeler, halkımıza sunulan refah ve mutluluk seviyesindeki yetersizliği net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yüce Atatürk’ün temellendirdiği Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile tutunmuş herkesin düşüncelerini, inançlarını ve duygularını dolu dolu yaşamaları için gerekli zemini oluşturmak demokratik bir hukuk devletinin en temel ödevidir. Böyle bir devletin yeni sorunlara eski cevaplarla karşılık verme hakkı yoktur. Çağı yakalama inancıyla hazırlanmış, evrensel değerlerle örtüşen ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal çözüm önerileri insan onurunu yücelten en aziz toplum projeleridir.

Son söz olarak önerim şudur “onurlu insan güçlü Türkiye”

Sayın Cumhurbaşkanım,

Konuşmamın sonunda mahkememizden emekli olan değerli üyelerimize bu vesile ile bir kez daha sağlık ve esenlik diliyorum.

Katılmakla onur verdiğiniz andiçme ve kuruluş yıldönümü töreninde sizleri aramızda görmekten dolayı şahsım ve mahkememiz adına teşekkürlerimi sunarken, gelecek yıllarda demokrasi ve hukuk devletinin evrensel değerlerini yakalamış bir Türkiye de buluşmak dileği ile saygılarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
24/02/2010

Değerli Konuklar

Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Projesinin yararlanıcı kurumlarından birini temsilen sizlere saygı ve sevgilerimi iletmek istiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinde Yüksek Yargının Rolü herhalde demokratik bir rejimde bulunması gereken gerçek bir Hukuk Devletinin tesis edilmesidir. Yargının içinde bulunduğu durum, bu bağlamda değerlendirildiğinde yargıya verilen rolle – bunun uygulanma aşamasındaki oluşan farklılıklar güçlendirme ihtiyacını ortaya koymaktadır. Bir ülkede adaletten ve yargıdan kaygı duyuluyorsa bu sesleri dinlemek ve sorunlara projeler üretmek zorundayız. Zira Devletin ve insanın onuru güçlü, tarafsız ve bağımsız bir yargının varlığı ile korunabilir. Güçlendirme projesine katkı verecek olanlar sorunları ayrıntılı biçimde ortaya koyacaklardır. Ancak, konu yargının güçlendirilmesi olunca bunlara değinme zorunluluğu da açıktır.

Avrupa Konseyi Üyesi 47 ülke Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yeniden şekillenmesi için geçen hafta “İsviçre”de düzenlenen bir konferansta biraraya geldiler. Sorun, Mahkeme gündeminde bekleyen 120 bin dava dosyasının nasıl sonuca bağlanacağı idi. Konferansta usule ilişkin çözümler yanında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmiş olan ülkelere önemli bir çağrı yapılarak, Sözleşme ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyum sağlamak amacıyla iç hukukta gerekli düzenlemelerin yapılması istenmiştir. Bu çağrının muhataplarının başında kuşkusuz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvurularda ikinci sırada yer alan Türkiye gelmektedir. Zira, Türk devleti aleyhine açılan davalarla ilgili verilen ihlal kararlarının tamamına yakını Türk Mahkemelerince verilen kararlara ilişkindir.

Değerli Konuklar

2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasına bir cümle eklenerek “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır” denilmek suretiyle temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşme hükümlerine üstünlük sağlanmıştır. Ne yazık ki Anayasa’nın bu hükmü hukuk hayatına aktarılamamış, yargıçlarımızın uygulama isteksizliği, yeterli donanımın bulunmayışı ve temyiz aşamasında bu konuda gerekli denetimin yapılamayışı, Avrupa Mahkemesine yapılan başvuru sayısının ciddi biçimde artması sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda, Mahkemelerimizin iş yükünün olağanüstü ağırlığının bu sayıya etkisini söylemeden geçmek mümkün değildir. Çünkü, yıllarca süren yargılamalar, Temyiz aşamasında bekleyen milyonlarca dava dosyasının varlığı, sadece 2008 yılında Yargıtay aşamasında sayıları onbinlerin üstündeki zamanaşımına uğrayan dosyalar gözetildiğinde, Türk Yargısının içinde bulunduğu durumun hangi noktada olduğunu anlatmaya yeterde artar bile.

Daha önce kamuoyuna sunduğum ve bugün bir kez daha altını çizerek ifade etmek istediğim şudur. Bireysel Başvuru hakkı Anayasa’ya mutlaka eklenmeli ve Anayasa’nın 90. maddesinin uygulamasına ilişkin yargısal denetim ise Anayasa Mahkemesine “Bireysel başvuru” kapsamında verilmelidir. Bazı endişelerin, eleştirilerin ve dirençlerin ortadan kalkmasına yardımcı olacaksa “bireysel başvuru” hakkının temyiz incelemesini içermeyeceği Anayasa’da açıkça belirtilmelidir.

Değerli Konuklar

Yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı, adil yargılanma ve ağır işleyen bir yargı sistemine ilişkin konularda toplumda önemli bir duyarlılık oluşmuş ve endişeyle izlenen bu sorunlara acil çözüm getirilmesi ilgililerden beklenmiştir. Ne yazık ki topluma acı veren bu konularda gerekli düzenlemelerin yapılması için tüm çağrılar sonuçsuz kalmıştır. Her fırsatta yargı, siyasi partiler, seçim sistemi, özgürlükler ve demokratik alanın genişletilmesi gibi konularda değişiklik önerileri toplumun tüm kesimlerince dile getirilmesine rağmen gerekli adımlar atılamamıştır. Korkmadan konuşabilmeyi, öfkelenmeden tartışabilmeyi beceremediğimiz için, farklı görüşler arasında olması gereken diyalogları kuramadık. Kuvvetler arasında yaşanan sınır çatışmalarını büyüterek, toplumu taraf olmaya zorladık. Gerilimsiz bir ortamda yargının sorunlarına ilişkin yapılması gerekenler yapılamadı. Sorunları çözmesi gerekenler de yargı reformunu ancak, siyasi kavgaların ve siyasi sonuçların sıcak ortamında hatırladılar. Bu sıcak ortamda yargının sorunlarını tartışan başka odaklar ise, yargıyı ele geçirme itirazları ve ithamları arasında çözümsüzlüğü güvence altına aldılar. Oysa, bu kadar farklılıkların yaşandığı bir ülkede “birlikte yaşama ortamını” sağlayacak olan tek gücün yargı olduğu bilinmeliydi. Taraf olmaya zorlanan bir yargının bu görevi yerine getirmesi düşünülemez. Unutmayalım ki demokratik, laik bir hukuk devletinin alınyazısı gerçekten bağımsız ve tarafsız bir yargının varlığına bağlıdır.

Değerli Konuklar

Toplumun insan onuruna yakışır bir hayat sürme talebi vardır. Bu talebin önünde hiçbir güç duramaz. Bu bağlamda, Devlete düşen görev insan onurunun ve evrensel hukukun kabul etmeyeceği yerel ideolojik saplantılardan kurtularak, çağdaş bir dünyanın üyesi olmak için gerekli düzenlemeleri acilen hayata geçirmektir.

Hangi kutsal düşünce adına olursa olsun, yargının taraf olması ya da bu görüntüyü vermesi asla kabul edilemez. Yargı, toplumun bir kesiminde sosyal, siyasal ya da duygusal kopuş yaratacak davranışlara neden olamaz. Tarafsızlığını koruyamayan bir yargı bu nedenle mağdur ettiği insanların ancak, öfke ve isyan duygularını kabartır. Yargının kapısında hak isteyeni “haklamak” hiç kimsenin hakkı olamaz. Toplum, yargıç’tan adil yargılama yapmasını ve tarafsız kalmasını istiyor. Kendi yandaşlarına, inancına ya da ideolojisine daha iyi servis yapabilmek için yargı bağımsızlığının arkasına saklanmak, hukuk ahlakının kabul etmeyeceği bir büyük onursuzluktur. Devlet gücünü kullanan kim olursa olsun, hukuk dışına çıktığında hesap vermek zorunda olduğunu bilmelidir. Bu güç, hukuk dışına çıkılarak toplumu hizaya getirme aracı olarak da kullanılamaz. Kamu gücünün emanet edildiği görevliler bunu kullanarak toplumu tehdit etme, korkutma ve sindirme hakkına sahip değildir. Yargı yetkisini kullananların adil yargılama yaptığını, tarafsız kaldığını ve herkesin güvencesi olduğunu topluma hissettirme borcu vardır. Zaten yargı bağımsızlığı da bunun için değilmidir.

Yargının başına buyrukları hukuk içine çekmesi için güçlü olması gerektiği tartışmasızdır. Toplumu arındırmanın yolu budur. Hukuka bağlı olmayan kirlenmiş vicdanlarla bu görevin yerine getirilmesi beklenemez. Türk milleti adına kullanılan yargı yetkisinin hiç kimseden esirgenmeden ve geciktirilmeden kullanılması, yargısal sorumluluğun bağımsızlıktan ayrı düşünülmemesini zorunlu kılmaktadır.

Değerli Konuklar

Karşılıklı deneyimlerin paylaşılacağı bu projeden ortaya çıkacak sonuçların hukuk dünyasına çok önemli katkılar sağlayacağına inancım tamdır. Bu duygularla yargının rolünü güçlendirmek için önerilecek her projeye destek vermek bizim için büyük bir onur olacaktır.

Dinleme nezaketiniz için hepinize şükranlarımı ve saygılarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
24/04/2009
Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa yargısı alanında hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak ve hukuk devleti ilkelerini tüm kurum ve kurallarıyla toplumda egemen kılmak amacıyla görev yapan Anayasa Mahkemesinin 47. Kuruluş Yıldönümü kutlama etkinlikleri ve yeni hizmet binamızın açılış törenine katılarak sevincimizi paylaşmanızdan dolayı başta siz olmak üzere, ülke dışından gelen değerli mahkeme başkanları ile beraberindeki heyete ve tüm konuklarımıza Mahkememiz adına şükranlarımı sunuyorum.

Demokratik anayasaların en önemli işlevi, siyasi iktidarı etkili bir şekilde sınırlandırmak suretiyle bireyin hak ve özgürlüklerini korumaktır. Esasen, anayasaların bu işlevi, toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan özgürlük ve otorite arasındaki denge arayışının sonucudur. Gerçekten de bireysel özgürlükler, ancak otoritenin kullanım alanının hukuk kurallarıyla belirlendiği ve sınırlandığı durumlarda güvence altına alınabilir. Tarih, sınırlandırılmayan iktidarın hak ve özgürlükler için çok ciddi bir tehlike teşkil ettiği hakikatinin canlı şahididir.

Bu durum, çoğunluk ilkesinin hakim olduğu çağdaş demokratik rejimler için de geçerlidir. Demokrasilerde elbette egemenlik halka ait olmakla birlikte, egemenliği kullanan siyasi çoğunluğun otoritesi de sınırsız değildir. Buradaki sınır, bireylerin hak ve özgürlükleridir. Ancak, bu hak ve özgürlüklerin belirlenmesi ve korunması sürecinde ciddi sorunların ortaya çıktığı da bir gerçektir. Geçen yüzyılın en önemli liberal düşünürlerinden Friedrich Hayek'in ifade ettiği gibi, demokratik rejimlerin temel meselesini "halk iradesi'nin onun üstünde başka bir 'irade' tesis etmeden nasıl sınırlandırılacağı" konusu oluşturmuştur. Esasen Hayek'in bu sözü anayasa yargısının varlığını ve sınırlarını belirlemektedir.

Anayasa Mahkemeleri, halk iradesi sonucu ortaya çıkan yasama ve yürütme organlarını sınırlandırmak amacıyla kurulmuşlardır. Bu mahkemelerin meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla çoğunluğun iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanmaktadır. Ancak, "negatif yasa koyucu" olarak da nitelendirilen anayasa yargısı alanında faaliyet gösteren aktörlerin varoluş hikmetinden uzaklaştığı, bireysel hakları koruyamadığı ve demokratik siyasi irâdeyi vesâyet altına almaya kalkıştığı durumlarda anayasa yargısı meşrûluk kriziyle karşı karşıya kalmaya mahkûmdur.

Anayasamızın Başlangıç bölümünün altıncı paragrafında, "Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanmak, milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde "ONURLU BİR HAYAT" sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu" belirtilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının maddi ve manevi varlığının gelişimini "onurlu bir hayata" bağlayan bu anlayış, üzerinde durulması gereken en önemli anayasal değerlerden biridir.

19. yüzyıla kadar filozoflar ve düşünürlerin çalışmalarında etik bir zorunluluk ifadesi olarak karşımıza çıkan "insan onuru" sanayileşme, sömürgecilik ve ulus devletlerin teşekkülü süreciyle birlikte yaşanan büyük sosyal kırılmaların ardından siyasi bir anlam kazanmaya başlar. İnsan onuruna uygun bir yaşamın ve sosyal koşulların sağlanması bu dönemi ve sonraki dönemleri de etkileyecek bir söyleme dönüşmüştür.

İnsan varlığının ortaya çıkışıyla birlikte, adı konmasa da, tüm insanların zihninde bulunan bu temel değerin, devlet gücü kullanan kurum ve kuruluşlara egemen kılınması, başka bir anlatımla, anayasaların bu temel değerle bütünleştirilmesi ancak 20. yüzyılda gerçekleştirilebildi. Bu yüzyıl anayasalarında ve uluslararası belgelerde yer alan insan onuru kavramı bir yandan tarihsel birikimi yansıtırken, diğer yandan bu yüzyılda yaşanan büyük felaketlere karşı bir tepkinin ifadesi oldu. Fakat, yine de, ulusların özgür iradeleriyle kendi anayasalarını ve temel değerlerini ürettikleri demokratik sistemlerinin insan şeref ve haysiyetini tanıması ve korumasının ön şart olduğu gerçeği, ne yazık ki hâlen tam olarak anlaşılabilmiş değildir.

Çoğulcu bir toplumun, hukukun üstünlüğüne dayalı özgürlükçü demokratik bir yapı olarak varlığını sürdürebilmesi, yargılar, kanaatler, düşünceler ve yaşam biçimi çeşitliliğine rağmen herkesçe kabul edilen evrensel bâzı değerlere sahip çıkmasıyla olanaklıdır. İşte insan onuru düşüncesi, bu değerlerin başında, toplumsal bilincin bir yansıması ve insan haklarının korunması yönündeki duyarlılığın bir ifadesi olarak algılanmalıdır.

Kuşkusuz, feodal, militarist, teokratik veya sınıfsal üstünlüklere dayalı toplumlarda da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramları söz konusu olabilir. Ancak, bu sistemlerde özgürlük yalnızca bâzıları için, eşitlik ve kardeşlik ise aynı inanca ya da ideolojik tercihe sahip olanlar arasında mümkündür. Bu anlayışlara karşı yürütülen mücadele günümüz çoğulcu demokrasi düşüncesini yaratan mücadeledir ve bugün bütün yoğunluğuyla devam etmektedir.

İnsan onuru, militarizmin, otoriter ve totaliter anlayışların yarattığı yıkımların ardından dünya milletlerinin ortak irâdesiyle kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin ana eksenini oluşturmaktadır. Beyannamenin ilk maddesinde "tüm insanların özgür; onur ve haklar bakımından eşit" doğduğu kabul edilmektedir. Bu Beyanname 6 Nisan 1949 tarihinde iç hukukumuza dâhil edilmiştir.

İnsan onuru, hiç kimsenin bir eşya gibi muamele göremeyeceğini, bütünüyle haklardan yoksun bırakılamayacağını, haysiyet kırıcı cezalara ve uygulamalara tâbi tutulamayacağını, işkencenin yasaklandığını ve devamına değer görülmeyen yaşamların sona erdirilmesine izin verilmeyeceğini, kişinin en kıymetli varlık olduğu hakkında hiç kimsenin, hiçbir devlet kurumunun, hangi yüce değer veya çıkar adına olursa olsun tasarrufta bulunamayacağını emreder.

İnsan onuru sadece imtiyazlıların veya itibarlıların onuru değil, insan olma ortak paydasına sahip her varlığın koşulsuz, amasız, fakatsız ya da herhangi bir kurum ya da kuruluş kaydı olmaksızın sahip olduğu temel bir değerdir. Bunda belirli bir cins, etnik yapı, dini inanış, felsefi veya ahlaki âidiyete göre ayrım yapmanın olanağı yoktur. Onurlu muamele, etnik, dini, ideolojik homojenliğin sağlanması şartına da bağlanamaz. Bu öyle bir değerdir ki, onu lütfetmek hiçbir sistemin veya devlet düzeninin haddine değildir. Siyasal düzenler bunu yalnızca kabul eder, saygı duyar ve korumayı varlığının temel nedeni görür. Çünkü tek değer ölçütü insandır. Bunun dışında, devlet, sistem, hukuk ve benzeri yapılar insana ve özgürlüğüne hizmet ettikleri, onurunu ayakta tuttukları sürece değerli ve saygıya değer kuruluşlardır. Büyük filozof Kant'ın ifadesiyle, "insan amacın bizatihi kendisidir. Ve hiçbir koşulda amaç için bir araca indirgenemez".

İnsan onuru, ne başkalarının temel hakları gerekçe gösterilerek geçersiz kılınabilir, ne de anayasada veya siyasal yapıda egemen olan "anayasal değerler" gerekçe gösterilerek zayıflatılabilir. Aksine, anayasalarda yer alan normlar insan onurunun ne ölçüde korunduğunun da göstergesidir. Onu zayıflatan kurallara hangi anayasalarda yer verilmişse, bu, yalnızca toplumun özgür iradesinin ürünü olmamasından kaynaklanabilir.

Hak ve özgürlüklere ilişkin temel değerler siyasal işleyişin yönünü ve içeriğini de belirler. Çoğulcu demokrasilerde bu temel değerler 1789 Fransız Devriminden beri özgürlük ve demokrasi üzerine kurulu iken, bâzı sistemlerde bu felsefeyi devlet kurum ve kuruluşlarını yönlendiren ideolojiler oluşturmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, insan onurunun;

- Vücut bütünlüğüne saygı gösterilmesi ve onun korunması,

- Hukukî ve sosyal eşitliğin tesis edilmesi,

- İnsani yaşam koşullarının sağlanması,

- İnsanın kendi öz tercihlerine göre kimliğini ve kişiliğini belirlemesi

unsurlarıyla somutlaştırılabileceğini söyleyebiliriz. Bu somutlaştırma, temel hak ve özgürlüklerin tarihî gelişim serüvenine de uygun düşmektedir. Aslında bu süreç, Mirandola'nın belirttiği gibi, özerklik amacıyla kendini gerçekleştirme ve kendi kaderine hâkim olma sürecidir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Hak ve hürriyetlerin "özü" olan insan onurunun devletin değişmez nitelikleriyle olan bağlantıları yaşamsal düzeydedir.

Yaradılışın özünde bulunan çoğulculuk, tek düşünce ve tek inanca izin vermemiştir. Demokrasi, zorunlu olarak her çeşit azınlığın varlığını ve kendini ifade etme hakkını içerir. Demokrasinin özünü oluşturan farlılıkların özünde hoşgörü ve sabır vardır. Bu değerleri taahhüt eden bir demokrasinin sorunları çözme yeteneğine fırsat verilmelidir.

Demokratik rejimlerde mevcut olan toplumsal görüşlerdeki ayrılık ve farklılıklar zorunlu olarak siyasi hayata yansımak durumundadır. Sağlıklı bir siyasi hayatın oluşması için bu yansıma gereklidir ve iç barışa ancak bu şekilde ulaşılabilir. Kurumsallaşan çoğulculuk ve katılımcılık, kronikleşen bunalımların çözüm yollarını da üretecektir.

Demokrasiyle birlikte hak ve özgürlüklerle tanışarak onurunu güvence altına alan Türkiye halkını bu tercihinden geri döndürmek için vakit artık çok geçtir. Demokratik ilkeleri hayatın içine katarak bir yaşam biçimine dönüştüren halkımızı bundan vazgeçirme çabalarının hiç şansı yoktur. Çoğulculuğun karşıtı olan tek inanç ve tek düşünce insanları iki yüzlü olmaya ve kendine ait olmayan bir hayatı yaşamaya mecbur eder. İnsan onuruna yapılan böyle bir saldırıya demokrasinin izin verdiğini söyleyebilmek akıl dışıdır. "Tek doğru" anlayışından beslenen fanatizim, "farklı" olanın kolayca "öteki"ne dönüştürülüp yok edildiği bir ortam hazırlayabilmektedir. Varlığını "öteki"nin yokluğu ile tanımlayan her türlü görüş, inanç ve ideoloji fanatizmin ağına düşmüş demektir. Oysa, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi farklı olanı, yani "öteki"ni kendi varlığının ve vâroluşunun teminatı olarak görmeyi zorunlu kılar. "Öteki" ile ilişkimizi sağlıklı bir düzleme oturtamadığımız ve onu var olması gereken bir "dost" olarak göremediğimiz müddetçe, çağdaş demokrasilerin muhtaç olduğu hoşgörü ve çoğulculuğu sağlamak mümkün değildir.

Demokrasi, gerginlikleri ve çatışmaları yok etme iddiasında bulunmayan, ancak, hoşgörü kültürüyle tarafları birlikte yaşamaya iknâ eden bir barış tekniğidir. Büyük edebiyatçı Tolstoy'un "kafa sayısınca düşünce, yürek sayısınca sevgi vardır" sözleri toplumun doğal yapısındaki bu çok renkliliği açıkça vurgulamaktadır.

"Dogma istemiyorum, donar kalırız" diyen büyük kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal de, sorgulayan, eleştiren ve bilimin aydınlık yolunda kaybettiklerini arayan bir toplumu işaret etmekte ve "en büyük eserim Türkiye Büyük Millet Meclisidir" derken de milli iradenin ve demokratik rejimin öngördüğü onurlu bir hayatın programını çizmektedir.

Kısaca, Anayasanın 2. maddesindeki demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerinin gücünü insan onurunun dokunulmazlığından aldığını söylemek bu bölümün özetidir diyebiliriz.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Din ve laiklik kavramları bir takım siyasi hareketlere stratejik ve lojistik destek sağlarken, bireysel hak ve özgürlükler alanında ise daralmalara neden olmuştur. Dini ilgilendiren alanlarla siyaseti ilgilendiren alanlar arasındaki sınır anlaşmazlıkları sağlıklı bir tartışma zeminini de ortadan kaldırmaktadır. Siyasilerin ilgi alanı haline getirilen din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin sorunlar çözülmedikçe siyasetin dinden beslenmesinin de kaçınılmaz olduğu görülmektedir.

 

Anayasamızın öngördüğü lâik ve demokratik ilkeler, devletin ideolojiler, inançlar ve inançsızlıklar karşısında tarafsız ve eşit uzaklıkta kalmasını zorunlu kılar. Hukuk devleti olma niteliği de bu tarafsızlığı sağlama görevini üstlenmiştir.

Cumhuriyetin Demokratik ve laik yapısını bunca olumsuzluklara rağmen korumaya kararlı olan Türkiye halkı, bugüne kadarki deneyimlerinden, toplumsal taleplerinin, devlete düşmanlık biçiminde algılanmasının sorunları ötelemekten ve büyütmekten başka sonuç getirmediğini görmektedir. Devletin organları toplumun bir bölümünü kendine dost, bir bölümünü de düşman ilan ederek ayrımcılığa sebep olamaz. Toplumsal sorunlara ilişkin çözüm yolları hayata geçirilirken bir kesimin zaferi diğer kesimin hezimeti biçiminde yaratılacak psikolojik ortamlar, barışa ve demokrasiye katkı sağlamadığı gibi rövanş alma duygularını da tetiklemektedir. Demokratik anlayışın zorunlu kıldığı "karşı dengelerin kurulması" toplumsal uzlaşmayı sağlarken, sorunların çözümünü de kolaylaştıracaktır. Nitekim sayısal çoğunluğun gücüne bağlı olarak her toplumsal sorunu karşı dengeler gözetilmeden anayasal norm bazında çözme girişimleri, yakın zamanda onarılması çok zor tarihi hataların yapılması sonucunu doğurmuştur.

Üzeri örtülerek yeraltına itilen inanç ve düşünceler hak etmedikleri bir çekiciliğin avantajını yaşamaktadırlar. Bu haksız rekabetin ortadan kaldırılması özgür bir ortamdaki tartışma zemininin varlığına bağlıdır. Bireyleri sahte kimliklerle kendini tanıtmaya ve dolaşmaya zorlayan ifade özgürlüğünün önündeki engeller insan onuruna zarar vermeden kaldırılmalıdır. Bu bağlamda, siyasi partiler de ifade özgürlüklerine ilişkin sorunları yaşamaya devam etmektedir. Anayasanın 68. maddesinin dördüncü fıkrasında, siyasi partilerin Anayasa'ya aykırı eylemleri belirtilmesine rağmen, Siyasi Partiler Yasası'nda bunların açılımlarının yapılmaması nedeniyle belirsiz alanlar yargı kararlarıyla doldurulmaktadır.

Siyasi partilerin temelli kapatılmasına ilişkin yaptırım kaldırılmamalı, ancak, kapatma öncesi aşamalarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde belirtilen standartlara uygun çerçevenin çizilmesi öncelikle benimsenmeli; terör, şiddet, baskı içeren eylem ve söylemler ile barışçıl çözümler birbirinden ayrılarak uygulanacak yaptırımlar geciktirilmeden düzenlenmeli ve kapatma davaları demokratik siyasi hayatı biçimlendirme aracı olmaktan çıkarılmalıdır. Anayasa'nın 68. maddesinde koruma altına alınan anayasal değerlere aykırı faaliyette bulunan siyasi partilere belirtilen suçların Anayasa Mahkemesince tespiti hâlinde temelli kapatılma yerine hazine yardımından yoksun bırakılma cezası verilmesi, siyasi suçun niteliği ile uyuşmayan bir ara yaptırımdır. Karşı ağırlık bu değildir ve gözden geçirilmeye muhtaçtır. Kapatma öncesi ara yaptırımlar ağırlığına göre çeşitlendirilmeli ve siyasi nitelikle dengeli ve uygun hale getirilmelidir. Böylece, siyasi partilerin kapatılma davalarında hazine yardımından faydalananlarla yararlanmayanlar arasındaki yaptırım eşitsizliğinin de giderilmiş olacağı kuşkusuzdur. Siyasi Partilerden mali denetimleri aşamasında hesabını eksik veren, tamamlamayan veya hiç vermeyenlere karşı mali yaptırımlar uygulanması niteliği gereğince isabetli olabilir.

Ülke genelindeki seçimlerde uygulanan % 10'luk seçim barajı ile siyasi partilere hazineden yapılacak mali yardım için öngörülen en az %7'lik oy barajının ne demokratik rejimin katılımcılığıyla ne de hakça dağıtım ilkesiyle izahı mümkündür. Bu düzenlemeler demokratik katılımcılığın özünü zedelemeden değiştirilmelidir.

Öte yandan, İnsan onurunun demokratik ve laik ilkeler yanında hukuk devletiyle olan bağı da göz ardı edilemez.

Hukuk devleti, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, idarenin tüm eylem ve işleminin yargı denetimine tabi tutulduğu, kişilerin her türlü korku ve endişeden arındırılarak hukuksal güvenliklerinin sağlandığı devlettir.

Devlet güç ve kudret demektir. Bunun sınırlanmadığı ve denetlenmediği yerde keyfilik ve hukuksuzluk vardır. Hukuk devletinin temel unsuru olan yargı, toplumu hukuk süzgecinden geçirerek arındıran bir niteliğe sahiptir. Bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanamamış bir yargının, arındırmadan daha çok kirliliği arttıracağı kuşkusuzdur. Güçlü ve tarafsız bir yargı demokrasinin, lâikliğin ve sosyal devletin güvencesidir. Başına buyrukları hukuk içine çeken yargının, en son sözü söyleyen güç olması sebebiyle, tarafsızlığı ve bağımsızlığı yaşamsal önem taşır. Bir yargıcın tarafsızlığı onun onurudur. Yargıç, vicdanında kurulan mahkemede tarafsızlığını etkileyecek duygularına, öznel düşüncesine ve öfkesine kayıtsız kalmak zorundadır. Vicdanı etkileyen dostluk ve düşmanlık duyguları, yargıcın tarafsızlığını ortadan kaldırır. Hakimin verdiği veya vereceği hoşa gitmeyen kararlar nedeniyle içinde yaşadığı sosyal çevreden dışlanma korkusu, meslek onuru ile asla bağdaşmayan bir duygu olup, bu mahalle baskısından kendini kurtarması, tarafsızlığına yapacağı en önemli katkı olur.

Hak ve özgürlükleri yani insanlık onurunu koruma, kollama ve güvenliğini sağlama görevi yargıya emanet edildiğine göre, bu emanetin güvenliği de ancak yargıç tarafsızlığıyla sağlanabilir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa'nın 138. maddesinde, açıkça, "hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz" denilmesine rağmen, yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir.

Her önemli davada yargı siyasi düşüncelerle kuşatılmakta, mahkeme hakimlerinden önce, medya ve siyaset dünyasının yargıçları kararlarını vererek davayı sonuçlandırmaktadır. Mahkemeleri yönlendirme ve etkileme çabaları ile hakimlerin ve savcıların özel hayatlarının didiklenerek vicdani kanaatlerinden uzaklaştırma gayretleri suçtur. Savcılarımızın işlenen bu suçlara karşı hareketsizliği düşündürücü ve üzücüdür. Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur. Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler insanların haysiyet ve şerefi üzerinde onarılması güç yaralar açmaktadır. İnsan onuru ve kişi dokunulmazlığı, insan hakları sisteminin ve insan hakları bildirilerinin en önemli dayanağı ve anayasa'nın da üstünde yer alan tek değerdir. Yok edilen insanlık onurunun doğurduğu öfke, demokrasiden ve hukuk devletinden intikam alma duygusuna dönüşmeden gerekli olan her türlü düzenleme acilen yapılmalıdır.

Anayasanın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıkca ifade edilmesine rağmen, hiçbir tereddüde ihtiyaç duyulmayacak açıklıktaki karar gerekçelerinin yeniden yorumlanarak değiştirilmesi, başkalaştırılması, etkisiz ve sonuçsuz kılınması ve bu girişimlerin destek görmesi söz konusu maddeyi işlevsiz kılan tutumlardır. Siyasi hayatta yaşanan konjektürel sıcaklık, bu tür tutumlara karşı yapılan açıklamaların devamına izin vermemiştir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Yargı reformu yıllardır bitmeyen bir senfoniye dönüşmüştür. Hemen her dönemde bu konuda çalışmalar ve tartışmalar yapılmış, beyanatlar verilmiş ancak bir türlü hayata geçirilememiştir.

Ötelenen, gizlenen yargıya ait sorunlar yıllar geçtikçe büyümeye devam etmektedir. Hâkimin ve savcıların çalışma şartlarının iyileştirilmesi bağlamında son yıllarda yurt çapında yapılan adliye sarayları motivasyonu arttıran ne kadar umut verici gelişmeler ise, yargının işlevselliğine ilişkin çağdaş reformların yıllardır bekletilmesi de o derece üzüntü verici gecikmelerdir. Önceki yıllarda Mahkeme Başkanlarının ısrarla üzerinde durdukları Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısından, bâzı kurumların yargı dışı bırakılan eylem ve işlemlerinden, yargıçların disiplin ve terfilerine ilişkin sorunlardan söz etmek istemiyorum. Zira tüm bu sorunlar artık hukuk dünyasına mensup olmayanlarca da bilinen gerçeklerdir. Ancak, son yıllarda adli ve idari yargıdaki işyükünün olağanüstü sayılara ulaşarak bu kurumlarda önemli bir tıkanıklığın yaşanması nedeniyle hukuka ve adalet düzenine olan inancın zayıflaması endişe ve kaygıyla izlenmektedir. Hemen belirtmek gerekirse, adli ve idari yargıda görevli değerli meslektaşlarımızın olağanüstü özverili çalışmaları hızla artan bu birikimleri azaltmaya yetmemiştir. Dava dairelerinin sayısının veya üyelerinin arttırılması da sorunun çözümüne katkı sağlamamıştır. Artan dava sayısı nedeniyle yargılamanın yıllarca devam etmesi veya zamanaşımına uğramasıyla, Anayasamızda ve taraf olduğumuz temel insan hakları sözleşmelerinde güvence altına alınan "âdil yargılanma hakkı" ciddi biçimde ihlâl edilmektedir.

Bu bağlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yapılan başvurular ve sonuçlandırılan davalar bakımından ülkemizin istatistiki durumunun ele alınmasında yarar bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin faaliyet raporuna göre, 2008 yılı sonunda Mahkemenin önünde bulunan 97.300 derdest dosyanın 11.100 adedini Türkiye aleyhine yapılan başvurular oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Mahkemenin bakmakta olduğu dosyaların % 11.42'si Türkiye'ye ilişkindir. Bu rakamlardan anlaşılıyor ki, Türkiye Rusya'dan sonra aleyhine en çok başvuru yapılan ülke konumundadır. Son on yıl içinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği toplam 8172 ihlâl kararının 1652 si ülkemize âit olup, daha da önemlisi, bu kararların yarısı adil yargılanma hakkının ihlali ile ilgilidir. Köklü bir Anayasa yargısı geleneğine sahip olan ülkemiz açısından bu tablo, bağımsız, tarafsız, hızlı, etkili, verimli adalet dağıtan bir yargı sisteminin önündeki engellerin kaldırılmasının hayati bir yükümlülük olduğunu göstermektedir.

Bu olumsuz tablonun oluşmasında en büyük etken, kuşkusuz, gerekli iç denetim sisteminin kurulup işletilememiş olmasıdır. Genellikle değişik platformlarda haklı olarak dile getirildiği üzere, bu konuda atılması gereken en önemli adım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gitmeden önce başvuruların ülke iç hukukunda incelenmesini sağlayacak bir yöntem olan "anayasa şikayeti"nin hayata geçirilmesidir. Avusturya, İtalya ve Almanya'dan sonra dördüncü sırada kurulan ve bugün 47. kuruluş yıldönümünü idrak ettiğimiz Türk Anayasa Mahkemesinin, bu tarihi süreçte kendisinden beklenen "özgürlüklerin mahkemesi" işlevini yerine getirebilmesi için bireysel başvuru hakkının varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi de 2004 yılındaki (6) sayılı tavsiye kararında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki dava yükünün azaltılabilmesi için bireysel başvuru yönteminin iç hukukta tanınması gerekliliğine değinmiş, aynı şekilde, Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu veya bilinen adıyla Venedik Komisyonu da 2004 yılında Türk kamuoyuna duyurulan anayasa şikayetine ilişkin Anayasa değişikliği önerisini olumlu bulduğunu ifade etmiştir. Ancak, bu çağrılara karşın binlerce kurumun işlemleriyle temel hak ve özgürlüklerin somut, güncel ve acıyla tekrarlanan ihlallerine karşı güvence olanağı yalnızca "yasalar"ın anayasal denetimine terk edilmiştir.

Bireysel başvuru ya da anayasa şikayeti, anayasa'da belirtilen temel hak ve özgürlüklerin yasama, yürütme ve yargı organları tarafından ihlal edilmesi durumunda bireylerin başvurdukları olağanüstü bir kanun yolu olarak tanımlanmaktadır.

Bireysel başvuru'nun uygulanma biçimi ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, Federal Almanya, Avusturya, İspanya, Rusya, Macaristan, Ukrayna, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, İsviçre, Belçika, Meksika, Şili, Brezilya, Arjantin ve Güney Kore gibi ülkeler de uygulanmaktadır.

İnsan onurunun üstünlüğünün yalnızca yasama organına karşı değil, devlet yetkisi kullanan tüm mercii ve kişilere karşı da etkin kılınması gerekir. Toplumsal iradenin devlete egemen olamadığı, kendisiyle ilgili temel siyasi kararları temsilcileri eliyle alamadığı, hangi yetkilerin kimler tarafından yerine getirileceğini bilemediği ya da bu alanların demokratik denetimin işlemediği bürokratik mekanizmalara devredildiği yerlerde, anayasalarda yer alan insan onurunun korunması mümkün olmayacaktır. Çünkü, demokrasi özgürlüklerin hayata geçirilmesi ve korunabilmesinin yoludur. Bu ilke toplumsal çoğulculuğun yalnızca yasama organına değil bütün devlet organlarına yansıtılabilmesini zorunlu kılar.

Türkiye yirmi yılı aşkın süredir, kuruluşundan beri üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi'nin yargılama organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bağlayıcı yargılama yetkisini kabul etmiş durumdadır. Türkiye'de iç hukuk yollarını tüketen vatandaşlarımızın müracaatlarıyla başlayan süreçte verilen ihlal kararları bir yandan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihatlarını zenginleştirirken, diğer yandan bireylerin temel hak bilincinin güçlenmesine katkı sağlamaktadır. Bu etkileşim süreci, uluslararası ilişkilerin de katkısıyla yasal ve anayasal dönüşümlerle ülkemizde sosyal bir değişimin de olanaklarını yaratmıştır. Yalnızca kendi devletinin değil, doğrudan uluslararası hukukun da süjesi olduğunu gören vatandaşlarımız, uluslararası kuruluşlar üzerinden de hukuksal koruma sağlayabilme mutluluğunu yaşamaktadır. Ancak, bu mutluluğun bir de hüzünlü yönü vardır. Vatandaşlarımız uluslararası yargı organları nezdinde temel hak ve özgürlüklerini dava edebildikleri halde, kendi ülkesinde temel hak ve özgürlükleri dava edebilecekleri anayasa şikayeti olanağına sahip değildirler. Bu ise hak arama özgürlüğü yönünden eksik bir düzenleme ve negatif sınırlamadır. Bu durum, temel hak ve özgürlüklerini ancak uluslararası yargı organları aracılığı ile koruyabileceklerine yönelik bir inanca dönüşürken, kendi milli kurumlarına karşı ise inançsızlığa yol açmakta, ayrıca uzun süre bu taleplere kayıtsız kalan siyaset kurumunun meşrûiyetini de zayıflatabilmektedir.

Uluslararası yargı kararları iç hukukta doğrudan bir etki yaratmamakta, mağdurun maddi yönden tazminiyle tükenen bir sonuç doğurmaktadır. Bunun dışında uluslararası ilişkilerin zorlayıcı etkisiyle bazen yasal bazen de anayasal reformlarla yetinilmektedir. Ancak, ülkemizde reform sürecinde yapılan düzenlemelere bakıldığında, sorunun yasa değişikliklerinin yapılmasından çok, bu reformlarla güdülen demokrasi ve özgürlük eksenli iyileştirmelerin uygulamada dirençle karşılandığı görülecektir. Yasama iradesine rağmen, öznel "hukuk" algılarında direnme alışkanlığının yalnızca yasa değişiklikleriyle kırılması oldukça güçtür. Temel hak ve özgürlüklerin kurumlarca içselleştirilmesi ve uygulamaya egemen kılınması ancak bir yaptırım mekanizmasıyla sağlanabilir. Gerçekten de, bireysel başvuruyu uygulamaya koyan Almanya'da yargı sistemi Weimar döneminde otoriter ve totaliter güçlerin iktidarını kolaylaştırmışken 1949 sonrasında ise insan onurunu ve özgürlüklerini egemen kılan, bu gücüyle de birçok ülkenin ve uluslararası yargı kuruluşunun içtihatlarını esaslı biçimde etkileyen bir rol oynayabilmiştir.

Esasen, Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklikle insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelerin yasalar karşısında uygulama önceliğine sahip kılınması, bireysel başvuruya ilişkin temel anayasal altyapının mevcut olduğunu da göstermektedir. Ancak, bir iç hukuk kuralına dönüşen uluslararası sözleşmelerin diğer iç hukuk kurallarından pek farklı olmaması, anayasal normlar gibi soyut ifadeler içermesi, ortaya çıkan uygulamanın uluslararası yargısal içtihatlara aykırı biçimde gelişmesine, dolayısıyla anayasa değişikliğinin etkisizleştirilmesine sebep olmaktadır. Oysa, anayasa koyucunun iradesi bu değişiklikle uluslararası özgürlük standartlarının dikkate alınmasını gerektirmektedir. Gerçekten de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yarım asrı aşan sürede gerçekleştirdiği içtihatları dikkate alınmadığı takdirde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olan ülkemiz yönünden sözleşmenin anlamsız kalacağı açıktır.

Bireysel başvurunun kabul edilmesiyle Türkiye'deki uygulamalarla uluslararası yargı uygulamaları arasında olması gereken uyum sağlanmış olacak, demokrasi yoluyla billurlaşan özgürlük talebi de devlet ve toplum hayatına egemen kılınabilecektir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkının tanındığı 1980'li yılların sonundan beri anayasa şikâyeti kurumuna yöneltilen eleştirilerin bir kısmı bu kurumun yeterince bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Eleştirilerin, daha çok, mahkeme kararlarına karşı bireysel başvuruyu kabul etme yetkisinin Anayasa Mahkemesi'ne verilmesi halinde Mahkeme'nin "süper temyiz mahkemesi" olabileceği konusundaki yanlış varsayımlara dayandığı gözlemlenmektedir. Bu nedenle, bazı noktaların açıklığa kavuşturulması zorunludur.

Kuşkusuz, bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesinin temyiz mahkemesi gibi çalışması söz konusu değildir. Doktrinde ve önceki Anayasa Mahkemesi sempozyumlarında da akademisyenlerce dile getirildiği gibi, bireysel başvuru ancak tüm yargı yolları tüketildikten sonra yapılabilecek, Anayasa Mahkemesi'nin denetimi ise yasaların uygulanmasında tercih edilen yorumun, kişinin Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlüğünü ihlal edip etmediğiyle sınırlı olacaktır. Anayasa Mahkemesi hiçbir koşulda olay incelemesi, eylem tanımlaması veya uygulanacak yasanın saptanmasıyla ilgili hüküm kurmayacaktır. Uzman mahkemelerin yetkilerine Anayasa Mahkemesi'nin müdahalesi söz konusu olmayacağından, yeni bir temyiz yolundan da söz edilemez. Kuşkusuz, Anayasa Mahkemesi ile diğer mahkemeler arasında doğabilecek yetki çatışmasını ve olağanüstü temyiz merciine dönüşmesini engelleyecek düzenlemelerin yapılması da zorunlu olacaktır.

Bereysel başvuru sisteminde, Anayasa Mahkemesi'nce davaların kabul edilebilirliği konusunda özel olarak oluşturulacak "komisyonlar"a verilecek takdir yetkisinin geniş tutulması yapılacak gereksiz başvuruların ayıklanmasında önemli bir süzgeç oluşturacaktır.

Başta yargı organları olmak üzere bütün devlet kurumlarında temel insan haklarının korunması yönünde önemli ilerlemeler sağlayacak bireysel başvuruya ilişkin öneriye, özgürlük alanındaki engellerin kaldırılması amacından başka bir anlam yüklenmemelidir. Bu önerilerin kurumlararası rekabete konu yapılması, yargısal sorunlarımızı çözümsüz bırakmaktan başka işe yaramayacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Fiziksel konum itibariyle Devletimizin büyük katkılarıyla Türkiye şartlarında ciddi bir iyileşme süreci yaşayan Anayasa Mahkemesi'nin çalışmaları ve hukuk dünyasına verdiği kararları ile hızlı, etken ve Anayasa'da öngörülen süreler içinde davaları sonuçlandıran bir yargı organı olma yolunda çok önemli mesafeler aldığını ifade etmek istiyorum. Mahkememiz mensuplarının özverili çalışmaları sonunda çeşitli nedenlerle oluşan dava sürecindeki birikimlerin de kısa süre içinde tasfiye edileceğinin işaretlerini vermektedir.

Sayın Cumhurbaşkanım, yurt dışından gelen saygıdeğer Mahkeme başkanları ve kıymetli konuklar,

Sevincimize ve mutluluğumuza katılmakla onur verdiniz, bizlere güç kattınız. Verdiğiniz bu güçle Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ebedi varlığı ve bütünlüğü ile bireylerin hak ve özgürlüklerini koruyarak hukuk düzeni içinde yaşaması için burada bulunduğumuzu bildiriyor. Mahkememiz adına hepinize saygılar sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı
25/04/2008

Sayın Cumhurbaşkanım,

Anayasa yargısı alanında hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmek bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak ve hukuk devleti ilkelerini tüm kurum ve kurallarıyla toplumda egemen kılmak amacıyla görev yapan Anayasa Mahkemesinin 46. Kuruluş Yıldönümü kutlama törenine katılmanızdan dolayı size ve tüm konuklarımıza şükranlarımı sunuyorum.

Bu yılın Sempozyum konusu “Yeni Anayasa Arayışları ve Yargının Konumu” dur. Anayasa tarihimizin başlangıcı olarak kabul edilen Sened-i İttifak’tan bu yana iki asır geçmesine karşın, yeni anayasa arayışlarımız hâlâ devam ediyor. Bunun temel nedeni, olağanüstü dönemlerde yapılan anayasaların önceki dönemlere tepkide aşırıya gidilmesi, siyasetin ve toplumun normalleşmesiyle birlikte, yeni anayasa değişikliklerine ihtiyaç duyulmasıdır.

Anayasalar, devletlerin temel organlarının yetki ve görevlerini tanımlayan; bu organların çalışma yöntemlerini, birbirleriyle olan ilişkilerini, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini genel ilkeler çerçevesinde düzenleyen; İktidarların gücünü bireyler lehine sınırlayan, her türlü hukuk dışılığı engelleyen temel hukuk belgeleridir.

Yaşama hakkı başta olmak üzere insan hakları ve özgürlükleri konusunda duyarlı ve kararlı, düşünce, inanç, kültür ve soy başkalıklarını gözetmeyen tüm farklılıklara saygılı özgürlükçü bir toplum özlemi gittikçe yükselen bir değer olmuştur.

Demokratik, lâik, çoğulcu, katılımcı insan onuru ve hukukun üstünlüğü temeline oturan, katı ideolojik dogmalardan arınmış, değişime açık, toplumun değerleriyle bütünleşmiş ve uzlaştırıcı bir anayasa özlemi tüm toplum kesimlerince dile getirilmektedir.

Türk toplumu demokrasiyi tüm siyasal eylemleriyle birlikte yaşamakta, sosyal barışın vazgeçilmezinin lâiklik olduğunu görmekte, her şeyden önemlisi tüm bireysel, toplumsal ve siyasal taleplerin bir özgürlük sorunu olduğuna yönelik kültürün geliştiğine tanıklık etmektedir. Bu hızlı dönüşüm içinde geleneksel, ideolojik ve metafizik bağlarından kopan toplumda bireylerin kimlik arayışlarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Dönüşüm hızla siyasal yapıyı da etkilemekte ve onu zorlamaktadır. Yüzelli yıllık çağdaş uygarlık mücadelemiz, toplumsal dönüşümün ancak ve ancak çağdaş batılı değerler paralelinde, tek meşruiyet kaynağı özgürlükler olan demokratik, lâik ve sosyal hukuk devletine ulaşılmasıyla ileri bir düzeye taşınabileceğini göstermektedir. Demokratikleşerek özgürlükçü bir düzene doğru gitmediği sürece, siyasal yapının toplumsal dönüşüme cevap verebilmesi olanaksızdır. İç barış, toplumun yalnızca demokratik kültüre sahip olmasıyla değil, siyasetin ve bürokrasinin demokratik bir kültürü içselleştirmesiyle sağlanabilir.

Bürokratik yapıyı özgürlükçü demokratik işleyişe engel olmaktan çıkarıp, ulusun demokratik iradesinin gerçekleşmesi yolunda kullanan, insan onuru ve özgürlükleri dışında hiçbir kutsal değer tanımayan, temel hakları çağdaş bir istisnâ ile sınırlayan, devletin bütün işlem ve eylemlerini tarafsız ve bağımsız yargı denetimine tabi kılan, ancak bununla yetinmeyip yargı organları üzerinde demokratik bir denetim kuran, siyasi ve bürokratik karar mekanizmaların da kadın-erkek eşitliğini sağlayan, diğer yandan değişen ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelere paralel olarak hızlı karar alınmasını ve icrasını olanaklı kılan bir anayasanın hazırlanması gerekir. Kuşkusuz bu anayasanın tüm görüşlerin ve kesitlerin katıldığı müzakereci bir ortamda hazırlanıp kabul edilmesi Anayasanın toplumsal barışı sağlama iddiasını güçlendirecektir.

Yeni anayasanın, yıkıcı etkileri gittikçe artan çevre ve iklim sorunlarına gelecek kuşakların özgürlükleri adına müdâhale direktifi içermesi yalnızca Türkiye’ye karşı değil, aynı zamanda Dünya’ya karşı sorumluluğun da bir gereğidir.

Değerli Konuklar,

Son bir yıldır ülkemizde hukuk ve siyaset ilişkisinin yoğunlaştığı ve hassas bir boyut kazandığı hepimizin malumudur. Özellikle Anayasa Mahkemesi’ne intikal eden bazı davaların doğası gereği siyasal nitelikli olmaları yoğun tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Mahkeme kararları elbette tartışılabilir ve eleştirilebilir. Demokratik hukuk devletinde bunun aksi düşünülemez. Yargı kararlarının eleştirilmediği yerde, yargının kendisini yenilemesi ve geliştirmesi mümkün değildir. Ancak, yargı kararlarının eleştirilebilmesi onların bağlayıcılığını ortadan kaldırmamaktadır. Kurumlar ve kişiler şu ya da bu sebeple mahkeme kararlarını beğenmeyebilirler. Ancak, anayasal yetki kullanılarak verilen kararların yerine getirilmemesi veya savsaklanması hukuk devletinde düşünülemez.

Diğer yandan, devlet organları arasındaki ilişkiler konusunda bilgi kirliliği ve kavram karışıklığı, anayasal bir ilke olan kuvvetler ayrılığının tam olarak anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Anayasal devletin temel niteliklerinden biri olan kuvvetler ayrılığının amacı, iktidarın tek elde toplanması sonucu temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesini engellemektir. Bu nedenle, kuvvetler ayrılığı ilkesi devlet egemenliğinin üç unsuru olan yasama, yürütme ve yargının farklı organlara verilmesini zorunlu kılmaktadır. Nitekim,
Anayasamızın Başlangıç bölümünde kuvvetler ayrımı “Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği” olarak tanımlanmaktadır. Bu işbölümü ve işbirliğinin şartları da Anayasada belirlenmiştir. “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmünü içeren Anayasada, her bir devlet organının yetki ve görevleri açıkça belirtilmiştir. Bu durum karşısında, tüm kurumlar güçler ayrılığına tam bağlılık içinde görevlerini yerine getirdikleri sürece her türlü sorunun çözümünün zor olmayacağı açıktır.

Yasama, yürütme ve yargı organlarının hareket alanlarını genişletme çabaları güçler arası çatışmanın en belirgin sebebidir. Söz konusu güçler kaynağını anayasa’dan almadığı bir yetkiyi üstünlük kurmak için kullandığı sürece bu çatışma devam edecektir.

Yasama ve yürütme erki yargısal, siyasal ve demokratik kamuoyunun denetimine tâbi olmasına karşılık yargı yalnızca kendi içinde işlevsel bir denetime tâbidir. Halk adına egemenlik yetkisi kullanan yargı halkın demokratik denetimine tâbi olmadığı gibi yargısal faaliyetlere ilişkin kamuoyu oluşumunu engelleyebilecek önemli yetkilere de sahiptir. Verdiği tüm kararlar bireylerin temel hak ve özgürlükleriyle ilişkili olduğu dikkate alındığında yargısal yetkilerin çok hassas dengelere işaret ettiği ve en küçük sapmada ciddî sorunlara yol açtığı bir gerçektir.

Demokratik bir hukuk devleti olma yolunda önemli bir adım olan ve toplumda özgürlük bilincine ciddî katkılar sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargılama yetkisinin kabul edilmesinin ardından ülkemiz aleyhine verilen kararlar, ağırlıklı olarak, yargı yoluyla gerçekleştirilen hak ihlallerine dayanmaktadır. 1999 yılında Avrupa Birliğinin aday statüsünü kazandıktan sonra kabul edilen reform paketlerinin önemli kısmı yargının temel haklarla ilgili bu ihlallerini ortadan kaldırmak amacıyla çıkarılmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği ihlal kararlarının “yargılamanın yenilenmesi” sebebi olarak usûl yasalarına girmesi ve Anayasa’nın 90. maddesinde de temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri ile ulusal yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesinden dolayı çıkabilecek uyuşmazlıklarda uygulama önceliğinin uluslararası sözleşme hükümlerine verilmiş olması, yargıçların uygulamadaki isteksizliğini ve ihmâl tekniğini ortadan kaldırmaya yetmemiştir.

Hukukun üstünlüğü yargıcın üstünlüğü anlamına gelmez. Anayasanın ve yasaların bağlayıcılığı vatandaşlardan önce devlet organları ve yargı mercileri için geçerlidir. Anayasa’nın bağlayıcılığının düzenlendiği 11. maddede bağlayıcılık sıralamasında, yargı organlarının bireylerden önce sayılması anlamsız değildir.

Yargı belirli bir dereceye kadar değil, mutlak anlamda tarafsız olmak zorundadır. Belirli bir noktadan sonra tarafsızlığını yitiren yargıç, o noktadan itibaren artık yargıç değildir. Çünkü tarafsızlığın olmadığı yerde adâlet yoktur. Verdiği kararın hukûkun üstünlüğü ve adâlet ile bir ilgisi olamaz. Yargıç, kendisine anayasa ve yasalarla verilmiş görevler dışında misyon üstlenemez. Unutulmamalıdır ki, hukukun dışına çıkmakla korunabilecek bir sistem esasen korunmaya değer değildir.

Mahkemeler adâlet dağıtan kurumlardır. Adâlet ise toplum ve devlet hayatının en temel değeridir. Adâlet mülkün temelidir sözü bu anlamda sâdece adliye saraylarına değil, her yargıcın vicdanına kazınmalıdır. Unutmayalım ki, adâlete güvenin zedelendiği bir yerde toplumsal ve siyasal bağların çözülmesi kolaylaşır. Millet adına kullanılan yargı yetkisinin adâlet duygularını tatmin edebilmesi için kararların irdelenmesi, eleştirilmesi ve tartışılması gerekir. Kurumsal özeleştiri, yapılan görevin ve sorumluluğun doğal sonucu olup, anayasal organlar bu özeleştiriyi yapabilme cesaretini gösterebilmelidir. Ancak, yargı kararlarının eleştirilmesi hakârete ve güven zedelemeye dönüştüğünde kurumsal ve toplumsal barışın bozulması kaçınılmazdır.

Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesine intikal etmiş dâvâlarla ilgili olarak, gerek ulusal gerekse uluslararası çevrelerce Mahkemeyi yönlendirme, etkileme ve baskı altında tutma girişimleri büyük bir üzüntü ile takip edilmektedir. Mahkeme üyelerinin verdikleri oylar gözetilerek görsel ve yazılı basında hangi Cumhurbaşkanının kimi seçtiği ve nasıl oy kullandıkları biçimindeki kategorik değerlendirmeler, yargıçların kendilerini koruma içgüdülerini harekete geçirerek vicdani kanaatlerini saptırmaya yönelik ağır bir saldırı niteliğindedir. Mahkeme üyelerinin görüntülerinin her dakika televizyon ekranlarından gösterilmesi, haber yada açıkoturumlarda isim verilerek hedef haline getirilmesi yaşanmış elim olaylardan ders çıkarmayanları sorumluluktan kurtaramayacaktır.

Yapılanları izliyor ve farkındayız

Haber vermekle yorum yapmayı birbirine karıştıran, bireyin değerlendirme hakkını elinden alarak onu şartlandıran ve insan onurunu hiçe sayan bir yayın anlayışının çağdaş dünyada örneği bulunmamaktadır.

Tüm bu olumsuzluklar Anayasa Mahkemesinin Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısını koruma ve gerçekten demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olması yolundaki gayretlerini asla durduramayacaktır.

Sayın Cumhurbaşkanım, değerli konuklar

Hukuk, keyfi yönetimlere karşı bireylerin son sığınağıdır. Hukukun olmadığı yerde özgürlük de yoktur. Özgürlük, adâlete dayalı bir hukuk düzeninin olduğu yerde korunabilir. Bu düzenin en büyük teminatı da hiç kuşkusuz yargıçlardır. Bu nedenle, hukuka ve onu uygulamakla görevli yargı organlarına güvenin azalması demokratik hukuk devletinde sonun başlangıcıdır. Hukuk, bütün kurumların ve devletin bekasının garantisi olan adaletin en önemli aracıdır. Bu kavramın aşındırılması, içinin boşaltılması ve en önemlisi kısır siyasî çekişmelerin aracı hâline getirilmesi, bir topluma yapılacak en büyük kötülüktür. Hukuku istismâr edenlerin, onu politik çıkarların aracı hâline getirmeye çalışanların unutmaması gereken tek şey, farklı görüşlere, düşüncelere, ideolojilere sahip toplum üyeleri olarak herkesin farklılıklarıyla bir arada yaşamasının önkoşulu olan hukuku ve onun üstünlüğünü zedeleyecek davranışlardan özenle kaçınmaları gerektiğidir.

Çağdaş anayasaların yönetim biçimi konusunda tek tercihi demokrasidir. Demokrasi, en geniş anlamda “halkın halk için halk tarafından yönetimi” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımda belirleyici olan ve demokrasiyi otoriter yönetim modellerinden ayıran “halk tarafından yönetim”dir. Halkın yönetimde özne olmasıda, ancak karar alma mekanizmalarına katılması ve belirleyici olmasıyla mümkündür.

Demokrasilerde karar alma sürecinde belirleyici olan “çoğunluk” ilkesidir. Sîyasi kararlar, serbest seçimlerde halkın çoğunluğunun seçtiği temsilciler tarafından alınmaktadır. Toplumsal ve siyasal çeşitlilik çoğunluk yönetimini pratik bir zorunluluk hâline getirmiştir. Elbette, özellikle anayasal konularda mümkün olan en geniş katılımla ve uzlaşmayla karar alınması idealdir. Ancak, gerçek hayatta ideallere ulaşmak her zaman mümkün olmadığından bu pratik zorunluluk çağdaş temsili demokrasilerde çoğunluk yönetimini kaçınılmaz kılmıştır.

Ancak, modern demokrasiler çoğunluğun mutlak yönetimi anlamına da gelmemektedir. Anayasamızın Başlangıç kısmında belirtilen “hürriyetçi demokrasi”, aynı zamanda azınlıkta kalanları korumak için çoğunluğun mutlak iktidarının sınırlandırılması gerektiğini ifade etmektedir. Özgürlüklere tehdit oluşturması bakımından bir kişinin sınırsız iktidarı ile çoğunluğun sınırsız iktidarı arasında özde bir fark yoktur. İktidarın yozlaştırıcı doğası ve tarihsel tecrübe dikkate alındığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Lord Acton’un ifade ettiği gibi “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.” Siyasi iktidarın sınırlandırılması gerektiği fikri bu temel varsayımdan hareket etmektedir.

Esasen anayasa yargısının meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak için çoğunluğun iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidarları anayasal çerçevede tutmanın en etkili yollarından biri olarak kabul edilen anayasa mahkemelerinin aslî görevi, anayasal devletin teminatı olarak, ferdin hak ve özgürlüklerini devlet otoritesini kullanan diğer kurumlar karşısında korumaktır. Bu vâroluş hikmetinden uzaklaştığı ve bireysel hakları koruyamadığı takdirde anayasa mahkemeleri meşruiyet kriziyle karşı karşıya kalmaya mahkûmdur.

Bu arada hemen belirtmek gerekir ki, ülkemizde anayasa yargısının demokratik meşruiyeti açısından tartışılan bir sorun da anayasallık denetimi yapan organın oluşumunda parlamentonun devre dışı bırakılmasıdır. Bilindiği üzere, anayasa yargısına yer veren modern demokrasilerde parlamento şu ya da bu ölçüde anayasa mahkemelerinin üye oluşumuna katılmaktadır. Bu, anayasa mahkemelerinin Kelsen’in ifadesiyle, “negatif yasa koyucu” oldukları gerçeği karşısında kaçınılmaz bir gerekliliktir. Nitekim 1961 Anayasası bile Anayasa Mahkemesi üyelerinin üçte birinin yasama organı tarafından seçilmesi yöntemini benimsemişken mevcut Anayasamız, dönemin şartlarına ve siyasal kurumlarına bir tepki olarak, Anayasa Mahkemesi’ne parlamentonun üye seçmesine kapıları tamamen kapatmıştır.

Bugün gelinen noktada anayasa yargısı ile yasama organı ilişkilerindeki bu güvensizliğin ortadan kaldırılması için egemenlik yetkisi kullanan anayasa yargısının ulus iradesiyle bağlantısının kurulması gerekliliği açıktır. Yapılacak seçimlerde liyakatin ve objektif kriterlerin esas alınacağı bir yöntemin öngörülmesi, bu konudaki olumsuz sonuçları ortadan kaldıracaktır.

Demokratik hukuk devletinin varlık nedeni, bireyin doğuştan ve sadece insan olmasından dolayı sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerini etkili bir şekilde korumaktır. İnsan haklarının özü, insan onurunun bir değer olarak korunmasıdır. İnsan ya da insanlık onuru denilen değer, kişinin ancak insanca yaşama tarzının korunmasıyla olanaklıdır. İnsan onuruna saygı, insanın ne olacağına ve nasıl olacağına kendisinin karar vermesini gerektirir. Köleliğin kötülüğü köle olanın kendi kararını kendisinin verememesinde, efendisinin idaresine tâbi olmasında, kısacası özne değil nesne olmasında yatmaktadır. Oysa, özgürlük kişinin nesne değil özne olmasını gerektirir.

İnsan onurunu temellendiren, demokratik hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından biri de kuşkusuz, düşünceyi ifade özgürlüğüdür.

Anayasa ve yasalarda hak ve özgürlüklere verilen yer, ulusların kültür ve uygarlık alanında ulaştıkları düzeyin bir göstergesi olarak kabul edilmekte, düşünce özgürlüğü ise ülkelerin demokratik sicilinin saptanmasında en belirgin ölçü sayılmaktadır.

Alman Anayasa Mahkemesi de birçok kararında düşünce özgürlüğünün hürriyetçi demokratik düzen için kurucu bir nitelik taşıdığını, bu düzenin hayat öğesi olan sürekli düşünsel hesaplaşmanın ancak bu özgürlüğün varlığı ile mümkün olacağını belirtmiştir.

1982 Anayasasında düşünce özgürlüğü “düşünce ve kanaat özgürlüğü” ve “düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü” olarak iki ayrı maddede düzenlenmiş olsa da, bu kavramla her zaman düşünceyi açıklama özgürlüğü anlatılmak istenmiştir. Bu özgürlük, insanın serbestçe bilgilenmesi, düşüncelere ulaşabilmesi, onları başkalarına iletebilmesi, düşünce ve kanaatleri nedeniyle suçlanamamasıdır.

Bireyin iç dünyasından çıkmamış ve toplumun beğenisine sunulmamış bir düşüncenin anayasal korumaya ihtiyacı olamaz. Farklı düşüncelerin ifade edilmesinin yasaklanarak, tarihsel, toplumsal ve siyasal olaylarda “tek doğrunun” varlığını savunmak demokrasinin birlikte yaşamayacağı tabular yaratmaktan öte sonuç doğurmamaktadır. Aynı olguların farklı kişilerde farklı algılama sonucu farklı inanç ve kanaatlere yol açtığı biyolojik bir gerçektir. Bireyin yerine geçerek onun ne düşünmesi ya da nasıl hissetmesi gerektiğine karar vermek ancak “dayatma” kavramıyla tanımlanabilir. Oysa, demokrasiler tartışma ve aykırılıkların olmayışı üzerine değil, tam tersine, onların varlığı ve etkinliği üzerine kuruludur.

Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk, “Özgürlük olmayan bir ülkede ölüm ve yıkım vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası özgürlüktür” ifadesiyle tüm tabulara karşı çıkarken şöyle diyordu: “Ben manevî miras olarak kalıplaşmış hiçbir düstur bırakmıyorum. Zaman süratle ilerliyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek düsturlar getirildiğini ileri sürmek aklın ve bilimin gelişmesini inkar etmek olur. Benim manevi mirasçılarım yalnızca aklın ve bilimin rehberliğini benimseyenlerdir.”

Georges Clémenceou’nun “konuşan ülkelerde zafer susan ülkelerde utanç vardır” sözünün devamı olarak ifade özgürlüğünün ve çoğulculuğun gönül birliğimizi ve bütünlüğümüzü pekiştireceği çoklukta birliğin bizi güçlendireceği açıktır.

Demokrasi rejimlerin en yüreklisi olarak tarif edilirken, yalnızca ilgi uyandırmayan, tedirgin etmeyen düşüncelere değil, tersine, toplumu inciten, sarsan görüşlerin sergilenmesine de izin verdiği için yüceltilmiştir.

Irkı ve rengi ne olursa olsun, inansın inanmasın, her insanı aziz kılan, kendini ifade edebilmesi ve insan olma onurudur.

Düşünceyi ifade özgürlüğünün “içinden düşün”, mantığına indirgenerek hapsedilmesi bu özgürlüğün ortadan kaldırılması ile eşdeğerdedir. Şiddet olgusu ile ifade özgürlüğünün birbirinden ayrılmasının öncelik kazandığı ortadadır. Savaş dili değil barış dili argümanlarını kullanarak kendini ifade edenlerin insanlık onuru korunmalıdır. Bireylerin kendilerini ifade edebilmeleri, konuşabilmeleri, uyuşmazlık ve kavga yerine çözüm ve barış getirir. Konuşamadığımız yerde ancak kötülükler üretiriz. Düşünceyi açıklama özgürlüğü, herkesin kendi kimliğiyle ortaya çıkmasına olanak sağlayan, sahteliği ve ikiyüzlülüğü yok eden onurlu bir hayatın sigortasıdır.

Herkesin aynı şekilde düşünmeye ve inanmaya zorlandığı bir ülkede çoğulcu demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Tek doğru anlayışı etrafında toplumu şekillendirmek isteyen bir siyasi yapı, bir adım ötede siyasi vesayetçiliğin tuzağına düşecektir. Vesayetçilik, bireyin ve toplumun henüz olgunlaşmamış, iyi ve kötü ayrımını yapamayan varlıklar olarak görülmesinden kaynaklanır. Alman filozof Kant’ın ifadesiyle, tasavvur edilebilen en büyük despotizmin doğduğu yer de tam burasıdır.

Türk milleti demokratik, lâik ve siyasal gelişimini kimi olumsuzluklara rağmen büyük bir özveriyle sürdürmeye devam etmekte, demokrasi ve lâiklikten birinin diğerine tercih edilmesinin bilimsel açıdan yanlış, siyasal yönden de tehlikeli olduğunu çok iyi bilmektedir. Dinin Devlet yönetimi ve siyasetten arındırılarak özgün yapısı içinde korunması, farklı inanç ve dinlerin ya da inançsızlıkların bir arada yaşamasının temel güvencesi olan laiklik bir büyük “barış projesi” olarak Türk toplumunun koruması ve güvencesi altındadır.

Bireyin siyasal yapının oluşumuna özgürce ve eşit olarak iştirak edemediği, bir azınlığın ya da çoğunluğun inançları nedeniyle siyasal katılımdan uzaklaştırıldığı yerde demokrasi olmayacağı gibi lâiklikten de söz edilemez. Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi farklı olanı yani “öteki”ni kendi varlığının ve var oluşunun teminatı olarak görmeyip onu yok edilmesi gereken bir “düşman” olarak nitelediği müddetçe, çağdaş demokrasinin muhtaç olduğu hoşgörü ve çoğulculuğu sağlamak mümkün değildir. İşte tam da bu noktada laik devlet gücüne yaşamsal değerde ihtiyaç duyulmaktadır.

Çoğulcu ve katılımcı devlet, bir orkestra şefi gibi farklı sesleri ahenkli hale getirme becerisini gösteren, maskeli toplum ve ikiyüzlü birey ahlakının oluşumuna izin vermeyen devlettir.

Sayın Cumhurbaşkanım,

Gücünü özgürlüklerden alan demokrasinin özgürlük alanını genişlettikçe bağışıklık sistemini de güçlendireceği açıktır. Toplumu kendi içinde ayrıştıran, onu devletine karşı soğutan, insanlık onurunu işkenceye tabi tutan bir yönetim anlayışı çağdaş dünyada yer bulamayacaktır.

Hukuk dışı yollardan güç alarak rejimi ya da ülkeyi kurtarma girişimlerinin ülkenin batışını hızlandırmaktan başka işe yaramayacağı bilinmelidir.

 

Çağın kenar mahallesinde yaşamamak için uygar dünyayla tanışmak ve kimliğimizi kaybetmeden bütünleşmek zorunluluktur. Evrensel kavramlara farklı anlamlar yükleyerek evrensel dilin ortadan kaldırılması çağdaş dünya ile bağlantımızı koparacaktır.

Bugün sorunları çözmek için harcanması gereken çabadan daha çok, sanki çözülmemesi için büyük çaba sarf ediyoruz. Sorunlar ötelenmekte gerginlik tırmandırılmaktadır.

Toplumun siyasal, etnik ve dinsel kesimleri arasında ciddi bir güven bunalımının olduğu saklanamaz bir gerçektir. Güvensizlik kavgayı ve dayatmaları da berâberinde getirmektedir. Gücü elinde bulunduranlar karşı düşüncedekilerin güvensizliğini ve korkularını ortadan kaldıracak çözümleri üretmediği sürece bu çatlak derinleşecektir.

Hissedilen korkular göz ardı edilemez. Yaşanan hayat tarzlarının ideoloji haline geldiği bir dünyada duyulan güvensizlik ve korkular âcilen değerlendirilmeye alınmalıdır. Aksi hâlde, her şeyin rejim sorunu haline getirildiği ülkemizde birlikte yaşama koşulları daha da ağırlaşacaktır.

Şu günlerde, kişisel, toplumsal ve kurumsal uzlaşmaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktayız. Anayasal sorunlarımızı çatışmayla değil, hukuk kuralları çerçevesinde karşılıklı diyalog ve uzlaşma yoluyla çözmek zorundayız. Siyasi kutuplaşmaların bu ülkeye ağır bedeller ödettiği hepimizin malumudur. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü temelinde çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur. Demokrasi kurum ve kurallar rejimidir. Kurumlar, kurallara uyarak görevlerini yaptığında kriz olarak görünen sıkıntılardan da demokratik hukuk devleti güçlenerek çıkar. Önceki nesillerden devraldığımız medeniyeti, kültürü ve geleneği yıkıcı ve olumsuz unsurlardan arındırılmış bir şekilde gelecek kuşaklara devretmek hepimizin ortak görevidir. Unutmayalım ki tek bir Türkiye var. Kaptanından güvertedeki yolcularına kadar hepimiz aynı geminin içindeyiz. Bu geminin sağlam, güvenilir ve huzurlu bir şekilde yol alması hepimizin en büyük amacı olmalıdır. Gün, ayrılıkları öne çıkarma, toplumsal ve siyasal kutuplaşmaları körükleme günü değildir. Gün, farklılıklarımızı zenginlik kabul edip bir arada, refah ve özgürlük içinde yaşamak için elimizden geleni yapma günüdür. Gün, demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti olarak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için bir adım daha atma günüdür.

Sayın Cumhurbaşkanım, değerli konuklar,

Konuşmamın sonunda, yaş sınırı nedeniyle 12 Haziran 2007 tarihinde emekliye ayrılan Anayasa Mahkemesinin saygı değer Başkanı Tülây Tuğcu’ya bundan sonraki emeklilik hayatında sağlık, esenlik ve mutluluk içinde geçirecek uzun bir ömür diliyorum.

Katılmakla onur verdiğiniz kuruluş yıldönümümüzde sizleri aramızda görmekten dolayı şahsım ve mahkememiz adına en iyi dileklerimi ve saygılarımı sunuyorum.

Haşim KILIÇ
Anayasa Mahkemesi Başkanı